Ardıç Kuşu: Vuslat

Rabia Yıldırım
4 dakika
-+=

Gözlerinden akan aşkla yıkanıp pîrüpâk olam

Sözlerini kement gibi nutkuma sarıp lâl olam

İstîdâdıma yakarıp avuçlarında can bulam

Ellerinle gergefine işlediğin nakış olam

Canımı tende bırakıp senin nurunda kaybolam

Ey Sevgili! Yaktın beni gayrı sensiz olamam…

Günlerdir açamadığı gözleri, odasına dolan ay ışığının kuvvetiyle nazlı nazlı açılıyordu. Uzunca zamandır vücudunu saran ateşin şiddeti adeta bir anda kayboluvermişti. Yattığı yerden doğrulmak üzere bir hamle yaptığında, başucunda uyumakta olan Meryem’i fark etti. Gecelerdir başucundan ayrılmayan can yoldaşı yorgunluktan bîtap düşmüştü. Onu uyandırmamak için usulca geri yaslandı; Gözleri olanca heybetiyle odasını aydınlatan Ay’ı derin bir şevkle seyre dalarken, gönlü de sevgiliyi bulmak üzere geçtiği yolları temaşa etmeye başladı…

Avucunda sıkıca tuttuğu varlık tohumunu, O Aşk sultanının avuçlarına teslim ettiğinde aslında O’ndan başka bir varlık olmadığını anlamıştı. Ardıç Ağacının gölgesinde, karanlıklara “gömüldüğünü” düşündüğü o gün, aslında kendi tohumunun “ekildiği” gün olmuştu. Anlamını bir türlü bulamadığı dertleri onu için için ağlatmıştı ama; yağmur gibi boşalan gözyaşları, o tohumun çatlaması için dökülen gayretli bir “can suyu”, dünyasını aydınlatan Ay ışığı ise, o tohumun yeşermesi için lazım olan yegâne ihtiyaçtı. Aklını ilmek ilmek düğümleyen fikirlerin ucunu, O “İnce Gülün” gözlerinde bulmuş, O gülün Aşkla öten bülbülü olmuştu. Hakikaten de o gün, tam anlamıyla doğmuştu. Kalbinin tam ortasında tomurcuklarıyla boy veren fidan, sevgilinin bahçesinde dallarından aşk meyveleri toplanacak bir ağaca dönüşmüştü. Öğrencileri ve daha niceleri bu aşk ağacına kuşaklar bağlamış; onulmaz dertler, şifası olmaz sanılan yaralar, o ağacın saçtığı meyvelerle şifa bulmuştu. Aşkın en verimli mevsimi olan bahar, Aliye’yi ne de çok sevmişti. Bir güneş misali gönlünü ısıtan hatta kavuran aşk ateşi, onu zahirde sevgilinin yolunda hiç durmadan çalışmaya, bâtında varlığından soyunarak için için erime, yok olma arzusuna sevk etmişti. Aklı o sevgilinin saçtığı saçılarla nurlanmış, o nur yolunu aydınlatmış üretmiş çalışmış; gönlü ise kanmayan doymayan bir iştiyakla daima O’na doğru koşmaya devam etmişti. Nihayet cihânın yedi rengi yavaş yavaş renksizliğe yani “bir”liğe doğru yol almaya başlamıştı ama;  Vücut, ruhta ve gönülde yanan bu birlik ateşini kıskanmış, cemâle doğru giden sefere o da katılmak istemiş, neticede ilahî aşk ateşi bütün kuvvetiyle içerden ve dışardan onu kuşatmıştı. Ve şimdi kendisini kuşatan bu ateşin çeperinden geçip, sevgiliye doğru koşacağı gün gelmişti…

Aliye âdeta derin bir râbıta hali yaşıyor, dünyevî isteklerini bütünüyle bıraktığı gibi, manevî zevklerini de birer birer ait olduğu yere doğru uğurluyordu. Güzeller güzeli çehresine yerleşen gülümseme, bütün ışıkları kıskandıracak ölçüde bir nur saçıyordu. Bir an Ardıç Ağacının gölgesinde, sevgilinin avuçlarına bıraktığı o mektubu hatırladı. Evet Aşk bir emanetti ve o emaneti ehline teslim etmekte bu dünyaya bırakacağı en kıymetli miras, yegâne devletti. Bu emanetin sahibi ise başucundan günlerdir ayrılmayan Meryem’di. Gözünü dünyaya açtığından beri kendisine yoldaşlık eden bu sadık dost, manaya açılan o rahmet kapısının eşiğine de onunla birlikte baş koymuştu. Meryem sevgilinin daima tekrarladığı “Beni seviyorsan benim sevdiğim her şeyi seveceksin. Benim de sevmediğim hiçbir şey yok” düsturunu taşıyabilecek ölçüde cömert bir yürek taşıyordu. Bu öyle bir yürekti ki İlâhî Aşk uğruna canını ve dahi her şeyini vermeyi göze alabilecek kadar engin, garazsız, ivazsızdı. Sadece Allah için sevmek ona ne de çok yakışıyordu.

Aliye hemen yanında duran çekmeceden bir defter çıkarıyordu ki, Meryem kederden solmuş masmavi gözlerini açıverdi. Dostunun hayat-bahş gözlerini gören Meryem, sevinçle ellerini Aliye’nin avuçlarına kenetledi. İki dost tek kelime etmeden sadece göz göze bakışıyorlardı. Bu bir vedalaşma mıydı? Hayır hayır, bu neredeyse tek can haline gelmiş iki vücudun, ezelde el ele verdikleri sözü tekrar hatırlama, adeta yemini billah edercesine o söze sadık kalacaklarını gönülden gönüle intikal ettirme haliydi. Bu intikalin şahidi, hem de sahibi ise onları kuşatırcasına saran mehtabın ta kendisiydi…

Aliye sıkıca tuttuğu dostunun avuçlarına az evvel çıkardığı defteri iliştirerek geriye doğru yaslandı. O muazzam çehresini derin bir huzur ve aşkın hiç sönmeyen nuru artık büsbütün sarmıştı. Nihayet gözlerini bu dünyaya aşkla kapatarak, hasretini çektiği ebediyet âlemine yine aşkla açmıştı…

Meryem gözlerinden inci tanesi gibi dökülen gözyaşlarıyla Aliye’ye sarılıyor, o güzeller güzeli dostun kokusunu içine çeke çeke ağlıyordu. Ellerine bırakılan emanetin üzerinde ise şu cümle yazıyordu “Aşk Bu İmiş”…  

Ardıç Kuşu; Ardıç Ağacı…

İsimler aynı, manalar aynı;

Sadece vücutlar farklı, sadece suretler farklı..

Ama isimler aynı, manalar aynı…

Hudutsuz Aşk’ın anısına, hürmet ve selamla…

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam