Ezelden Aşina Olduklarımız

Jale Karakaya
3 dakika
-+=

Ders çalışırken, eğer çalıştığım konu çok derin düşünmeyi gerektirmiyorsa, arkadan gelen müzik sesiyle okuma yapmayı severim. Yine bir gece çalışırken, Mehmet Âkif’in şiirinden bestelenmiş “Ezelden Âşinânım” çalmaya başladı; diyordu ki;

Ezelden âşinânım ben, hem-zebânımsın;

Berâber ahde bağlandık, ne olsa yâr-i cânımsın

Bu sözleri duyunca birden kendimi şarkının sözlerine dalmış, tefekkür ederken buldum. “Ezelden âşinâ olmak” neydi? Ne kadar zamandır âşinâydık birbirimize? Bağlandığımız ahid neydi? …

Bazı insanlar tanırız, onlarla yeni tanışsak da sanki onları yüz yıllardan beri tanıyormuşuz gibi hissederiz. O kadar bizden, o kadar “can”dırlar. İşin tuhafı, bu insanları tanıyana kadar onları aradığımızı da fark etmeyiz. Tanıdıktan sonra ise, “Sen bu kadar senedir nerelerdeydin?” deriz içimizden, belki dışımızdan da… Yollarımız bazen kısacık kesişiverir ama gönlümüzdeki yerlerini, içimizdeki samimiyetten ve sevgiden bilir, onları öylece koruruz.

Peki neydi bu berâber bağlanılan ahdin özü?

Allah ezelde ruhları yarattığında, hepsini bir araya toplamış ve onlara sormuş; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”[1]. Ruhlar ise bu soruya “belî” demişler. Burası bir dolu sır barındıran bir yer, ancak, benim dikkatimi çeken iki nokta var. İlki, Allah’ın yarattığı ruhlara “Ben sizin Allah’ınız değil miyim?” demek yerine “Rabbiniz değil miyim?” diye sorması. İki ismin farkına baktığımızda, mutasavvıflar, Allah isminin bütün yarattıklarını kapsadığını söylerken, Rab isminin ise o kişiyi dünyadaki geliş amacına göre terbiye eden isim olduğunu söylerler. Dolayısıyla herkesin Rabbi kendine hastır. Mutasavvıflar, aslında sorulan sorunun şu olduğu söylerler; “Dünyaya indiğinde sana iyiden de kötüden de her yerden öğretecek olan benim. Öyle değil mi?” 

Diğer nokta ise, yan yana beraber “belî” yani “evet” denilen ruhlarla dünyaya indiğimizde de yakın olmamız.

Ah bir dakika! Bir de ses var var tabii, onu nasıl unuturum? Denir ki, kulaktan gönle inen her ses, aslında bu ezelî hitabın sadâsının aksidir. Bu ses kendini nasıl ele verir? derseniz, kulağınızdan gönlünüze inen yolda önce bir heyecan yaratır; sonra gönlünüze bir tohum gibi ekilir, neşv ü nemâ bulur. Orada yavaş yavaş filizlenmeye başlar ve siz ne olduğunu anlamadan eşi benzeri olmayan çiçeklerle dolu bir bahçeye dönüşür.

Nasıl ki Tac Mahal’in duvarlarının hemen altına gömülü olan mücevherler dışarıdan bakıldığında tek tek görünmez, ancak güneşin şûlelerine göre farklı parlaklık derecelerine bürünürlerse, içinde bu bahçeyi yetiştiren insana da dışarıdan baktığınızda, o bahçenin çiçeklerini yüzünde, kokusunu sözlerinde duyumsarsınız.

Hz. Mevlânâ, Hüsâmeddin Çelebi’ye Mesnevî’sini yazdırırken “Bişnev” diye başlamıştı söze… “Dinle bu neyden…” diyordu. Kimden dinlediğiniz, nasıl dinlediğinizden de önemliydi. Bu, üfleyenin sesini veren bir ney olmalıydı. Bir kez bu sesi gönlünde duyup büyüten kişi için artık duyduğu her ses üfleyenin sesiydi.

İşte insan, ezelden âşinâ olduğu ses, burada kimin sesi vesîlesiyle ona hatırlatıldıysa, ona derîn bir muhabbet ve aşk duyar. Sesin, aslında neyin değil, neye üfleyenin sesi olduğu fark edilince ise, kişinin aslına doğru yolculuğu başlamış olur.

Yolda ilerlerken, yan yana o ahde beraber bağlandığımız “yâr-i cân”larımız varsa, oradaki ahdin hürmetine, buradaki özleme, hicrâna, sıkıntılara katlanırız. Şiirde de dediği gibi “Berâber ahde bağlandık, ne olsa yâr-i cânımsın” deyip, hem kendine hem de cânânına hatırlatır; “Bu sınava berâber evet dedik, mahzûn olma, sadece hatırla, sabret ve yola devam et” der.

Biliriz ki, her şey başladığı noktaya mutlaka varır. Önemli olan idrâk etmenin zevkiyle, iç huzuruyla varmak.

Ezelî dostlara selam olsun…


[1] Araf (7/172)

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam