Hırs Üzerine

Sinem Hürmeydan
10 dakika
-+=

Lügatte, aşırı şekilde arzu etmek veya önüne geçilmez derecede kuvvetle istemek olarak tanımlanan Arapça hırs sözcüğünün İngilizcedeki karşılığı “greed” veya “ambition” olarak tercüme edilmekle birlikte, “ambition” “greed”e göre daha olumlu çağrışımlıdır. “Greed” mânâsıyla hırs, hem öznesine, hem de muhataplarına zarar veren; hem bireysel, hem de toplumsal ölçekte negatif yansımaları olan bir çeşit açgözlülük olarak da değerlendirilebilir. Bu yazı bağlamında hırs kavramını, greed veya açgözlülük ile karşılaştırılabilecek olumsuz anlamıyla irdelemeye çalışacağız. 

Hırs, tarih boyunca farklı disiplinlerden düşünürlerin üzerinde tefekkür ettiği ve sorular sormaya devam ettiği bir kavramdır. İnsan doğasının ayrılmaz bir parçası mı, yoksa tarihsel olarak başkalaşan ekonomik ve sosyal gelişmelerle insan doğasına eklemlenen karanlık bir yüzü müdür? Hırsın ölçüsünü tâyin etmek mümkün müdür? İnsan istediklerini elde etmek için ne kadar çabalamalıdır? Hırsın, toplumların sosyoekonomik gelişimi için temel itici güç olduğu söylemi bir yana, dünyanın yakın ekonomik tarihi dikkate alındığında, toplumsal güç ilişkileri, toplumların gelişmişlik düzeyleri üzerinden sınıflandırılmaları, gelir ve varlık dağılımındaki çarpıcı dengesizlikler gibi göstergelerle büründüğü çeşitli formlar, bu kavramın büyük ölçekli yansımalarına işaret etmektedir. Dünya Ekonomik Forumu’nun hazırladığı bir rapora göre dünya nüfusunun en zengin %10’luk kesimi hâlihazırda dünya gelirinin %52’sini kazanırken, küresel nüfusun en yoksul yarısı yalnızca %8’ini kazanmaktadır. Servet dağılımı söz konusu olduğunda ise aradaki fark daha da açılmakta; küresel nüfusun en yoksul yarısı küresel servetin sadece %2’sine sahipken, en zengin %10’luk kesim bütün servetin %76’sına sahiptir.

Toplumsal paradigmaları belirleyen, o toplumda hâkim şahsiyet unsurları olduğundan, toplumsal ölçekten kişisel ölçeğe doğru seyrettiğimizde ölçüsüz bir hırsın, bir taraftan hiç durmamacasına çoğaltırken, diğer taraftan çoğalanların yüküyle azaltan, yoran, yıldıran; insanı, sürekli içine almaya teşvik ettikleriyle irileşen maddî ve mânevî cüssesinin yükü altında ezdiren bir yanı yok mudur? Gerçekten de böylesi bir hırs, Truva Atı misâli kişiyi içten içe fethederken, insan, bünyesinde böyle bir aşırılık taşıdığının farkında bile olmayabilir; yâhut farkına vardığında, daha fazlasını talep ettiren o dürtüsel câzibenin boyunduruğu altına girdiğinden hırsa âdeta bağımlı hâle gelmiş olabilir. Bağımlılık demişken, yalnızca mecaz anlamıyla bir bağımlılığa işaret etmediğimizi; zenginlik, para, varlık ve bunlara eşlik eden güç istenci ve özleminin, beynin ödül mekanizmasını düzenleyen alanlarını harekete geçirdiğini hatırlamakta fayda var. Yapılan çalışmalar, uyuşturucu veya kumar bağımlılığında olduğu gibi, beynin ödül sistemini modüle eden alanların defalarca, gereğinden fazla uyarılması hâlinde artan dopamin salınımının haz eşiğini yükselttiğini ve aynı hazzı yakalamak için daha fazlasına duyulan dayanılmaz bir arzu şeklinde tecrübe edilen hırs bağımlılığının nörofizyolojik izdüşümlerini ortaya koyuyor.

İnsanın, emellerinin, arzularının ve isteklerinin olmaması düşünülemez. İnsan, öyle ya da böyle, biçimi veya içeriği nasıl olursa olsun bir “arayış” üzeredir. Maslow’un hiyerarşisindeki yemek, barınmak ve temel güvenlik ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra bu yöneliş hâli piramidin giderek sivrilen ucuna doğru tırmanmaya devam eder. O halde bireylerin fiziksel ve güvenlik ihtiyaçlarını aşan kendini gerçekleştirmeye yönelik tutkularının olması, bir arayış öznesi olarak insanhüviyetinin neticesi ve belki bedeli olduğu kadar da doğal ve beklenen bir durumdur. Zirâ insanın, hayatın herhangi bir alanına dâhil olma arzusunu, gün ışıdığında kendisini sıcak yatağından kalkmaya teşvik eden ilgilerini yitirmesi, gündelik deneyimlerden çekilmesi bir çeşit apati hâline veya duygu durum bozukluğuna işaret edebilir. Her birey, kendi zevkleri ve yönelimleri doğrultusunda bazen sınırları tanımlı, bazen de kesin olmayan hedeflere doğru çaba sarf eder. Gayretle çalışmak ve tutkuyla odaklanmak, insana bahşedilen potansiyelin hakkını edâ etmesi ve sahip olduğu yetenek ve becerileri ihyâ ederek bir bakıma bu donanımın sorumluluğunu yerine getirmesi olarak değerlendirilebilir. Bu sorumlu tutku, insanın gayretle yöneldiği patikada yol alırken çalışıp çabaladığı, uğruna emek verdiği bir değer iken; her ne pahasına olursa olsun ulaşılması gereken bir hedefe, mutlak bir varoluş endazesine dönüştüğü zaman bir çeşit savrulma, bedensel ve zihinsel yorgunluk ve nihayet tükenmişlik olarak cereyan eder. 

Gayret, belirli bir gayenin gerçekleştirilmesine yönelik aktif ve sağlıklı bir çabadır. Oysa kişinin içe bakışını köreltirken onu dışarının haris bir gözlemcisi yapan hırsla bulanıklaşan görsel algıyla birlikte, hırsa konu esas maksat artık unutulmaya yüz tutmuştur. Hayatı daha güzel, daha yaşanılır, daha keyifli kılmak arzusuyla daha fazlası olma veya daha fazlasını kazanma isteği kendi içinde anlamdan yoksun bir amaca evrilir. Başlangıçta ne kadar cazip görünürse görünsün, kendisiyle beslenen ölçüsüz tutkular, Midas’ın dokunuşu gibi temas ettiği her şeyi altından heykellere dönüştürürken sahibini fasit bir dairenin esiri kılar. Gayret ve azimle beslenen arzular kişinin içinde yanan bir mum gibi iç dünyasını aydınlatarak gerçekleştirmek istedikleri doğrultusunda ona ışık tutan hafif yakıcı bir itkidir. Diğer uçta gemi azıya almış hırs ise, alevlerin her yeri sardığı, dumandan gözün gözü görmediği bir yangın yerine benzer; alevler git gide büyüyerek fitilini tutuşturan kişiyi de nihâyetinde yok eder. 

Bedel demişken, gerçekten de ölçüsüz hırsın, sahibine ödettiği bedeller çoğunlukla ulaşılan gayenin sağladığı tatminden daha fazladır. Üniversiteden yeni mezun olmuş, başarılı bir genç düşünelim. Hayâlini kurduğu çokuluslu bir şirkette işe başlamış, zamanla kariyerinde ilerlemiş, çalıştığı birimin sorumlu müdürü olarak atanmış, bu esnada şirkette bir hayli de çevre edinmiştir. Ancak hâlihazırda, bir zamanlar üniversite öğrencisiyken hayalini kurduğu işte, üstelik de yönetici sıfatıyla çalışıyor olmasına rağmen, içten içe huzursuzluk hissetmektedir, çünkü şirketin genel müdür yardımcılığı kadrosunda boşluk vardır ve yakında yapılacak atama için kendisinin en uygun aday olduğuna inanmaktadır. İçindeki bu ısrarlı arzu, artık sadece gündüz işte olduğu saatleri değil, akşamları eve gittiğinde, eşi ve çocuklarıyla geçireceği birkaç saati de tüketmektedir. Hırsı, amacına ulaşmak için önündeki bütün engelleri kaldırmaya teşvik eder; şirkette kulis yapar, öğlen hep birlikte yemeğe çıktığı iş arkadaşlarıyla arasına mesafe koyar, genel müdür yardımcılığı için rakip gördüğü dönem arkadaşının aleyhinde lobi yapar. Nihâyet hırsı sonuç verir ve amacına ulaşır. Genel müdür yardımcılığına atandığını öğrendiğinde sevinçten havalara uçar, yeni ofisi, üzerlerinde kendisini tebrik eden notlar iliştirilmiş çiçeklerle dolup taşar. Artık her şey istediği gibi olacaktır, öyle ya, hak ettiği yere gelmiştir. Fakat zamanla bir şeylerin kökünden değiştiğini fark eder. Üzerindeki performans baskısı artmış, akşam mesaileri öylesine uzamıştır ki, önceleri birlikte keyifle vakit geçirebildiği ailesiyle neredeyse görüşemez olmuştur. Akşamları yatağına uzanıp da gözlerini her kapattığında, geçen günün yoğunluğu bir film şeridi gibi zihninden akmakta, uykuya dalmasını zorlaştırmaktadır. Statü hırsının baş döndüren cazibesi, zamanla yerini, dinmeyen bir yorgunluğa, geçmek bilmeyen bir baş ağrısına, yalnızlığa ve dahası etrafa göstermekten kaçınsa da gizliden gizliye içini kemiren bir huzursuzluğa bırakır. Bu senaryoyu hayal gücümüzle çeşitlendirmek mümkünse de ana fikir sanırım açıktır: Ölçüsüz hırs, insanın gerçek gayesini gölgeler, hatta gayesine ulaşmasını sağlaması beklenirken, hedefini tamamen şaşırmasına bile yol açabilir. 

Öte yandan kontrolsüz bir hırs, haris sahibine, her ne pahasına olursa olsun hedefine ulaşmayı âdeta şart koşarken, dolaylı olarak insana her şeyin kontrolünün kendisinde olduğu gibi bir düşünceyi de vehmeder. Hepimiz, az veya çok, hayatımızdaki olaylar veya durumlar üzerinde sahip olduğumuz kontrolü abartma eğilimimizi gösteren “kontrol yanılsaması” (Langer, 1975) ile önyargılıyız. Gerçek olsun ya da olmasın, kontrol hissi iç istikrârımızı korumak için faydalı olabilir; ancak doğal âfetler, ânî kayıplar ve hatta daha basit beklenmedik olaylara eşlik eden belirsizlik zamanlarında, abartılı bir kontrol varsayımı ne gerçekçi ne de faydalıdır. Sözgelimi kişi, mizacına göre belirlediği hedeflere ulaşmak için hassasiyetle planlanmış bir yol haritası çizebilir, gözünü hedefine kilitleyip bu uğurda muazzam bir çaba sarf edebilir. Ancak insanın ne hedefleri ne de potansiyeli teminat altına alınabilir. Çok basit veya çok karmaşık ama öngörülemeyen bir hadise bütün planları, inceden inceye hazırlanmış yol haritasını anlamsız kılabilir. İşte kontrol yanılsamasını perçinleyen ve ondan beslenen hırs, insana, hedeflerini, arzularını muhakkak gerçekleştirmesi gerektiği şeklindeki telkinle, esenliğimizin anahtarı olan direncimizi ve esnekliğimizi azaltarak, bizi olaylar karşısında daha kırılgan, daha çaresiz bir hâle getirme ihtimali barındırır.

İnsan kendi içine katlanan, bulunduğu zaman ve mekândan yalıtılmış bir birey olmayıp sosyal bağlamından ayrı tasavvur edilemeyen bir toplum öznesidir. Bu yönüyle, çocukluğunun erken dönemlerinden itibaren kendisini farklı dinamikleri olan farklı sosyal çevrelerde bulur. Kişinin “ben” algısı, kendisini diğerlerine nispetle nasıl konumlandırdığı, başkalarının hangi niteliklerini nasıl değerlendirdiği ve kendisini ötekilerin gözünden ne şekilde gördüğü ile bağıntılı olsa gerektir. Öyle ya, teorik olarak kişinin kendisinden başka hiç kimsenin var olmadığı bir durumdaki istek ve arzuları, başkalarının varlığındaki istek ve arzularıyla aynı olabilir mi? Böylesi farazî bir durumda, kişinin ilk arzusu muhtemelen ona kıyasla “kendi”lik fikrini tecrübe edeceği, kendine akis olacak bir ötekinin var olması olacaktır. Böylelikle hırs bahsinde, sosyal kıyaslamanın azımsanamayacak bir etki gücüne sahip olduğundan söz edilebilir. Bilhassa günümüzde sosyal medyanın çeşitli formlarının artık pek çok insan tarafından aktif olarak kullanılıyor olmasıyla birlikte, kişilerin kendilerini güzellik imajları, fikir paylaşımları, takipçi sayısı, popülarite oranları gibi farklı ölçeklerde kıyaslayabildikleri ötekilerin sayısı logaritmik olarak artmaktadır. Oysa basitçe düşünecek olursak; bu sonu gelmez kıyaslamalar, arkasını bir dizi sıfatla tamamlayabileceğimiz “daha” rekabetinden anlamlı bir amaca hizmet etmeyeceği gibi esenliğimizi artırmak anlamında da herhangi bir fayda sağlamaz. Hatta bütün bunların tam tersini, sürekli kendi kendisiyle beslenen, tatmin olmayan bir yetersizlik duygusunu perçinler. Oysa her zaman daha başarılı, daha zengin, daha karizmatik, daha çok şey bilen veya daha güzel bir kadın veya bir adamla karşılaşmak olasıdır. Söz gelimi estetik algısının, bir bakıma estetik operasyonlarla şekillendirildiğine tanık olurken, bu alandaki aşırılığın; insana içkin olanı, onu kendine has farklılıkları, kimine göre belli belirsiz kusurlarıyla şahsına münhasır kılan özelliklerini, bir çeşit mecburiyetmişçesine törpülediğini, tektipleştirdiğini görüyoruz. Yâhut insanların, kendileri için düşünmek yerine, düşünülmüş olanı popüler olanın filtresinden geçirip biraz da afili birkaç sözcük serpiştirdikten sonra sosyal mecrâlarda paylaşıma konu ettikleri bir çeşit aforizma rekabetine tanık oluyoruz. Zirâ düşünmek; bir düşünceyi, duyguyu olgunlaştırmak zaman ve sabır isterken, kısa vadeli hazları tercih eden hırsın böyle bir zamanı yok… Zamanı olmayanın zamansızlığı da olmuyor elbette… İsmet Emre “hırsla yapılanların zamana yenilmesi, tutkuyla yapılanların ise zamanı yenmesi” derken biraz da bundan söz ediyor sanırım. Oysa farkında olsak da olmasak da, serî üretim yapan bir fabrikanın montaj hattından çıkmış gibi benzeşen ve heyecan vermeyen sözler, gözler, bakışlar, kendini sunuşlara değil; samimi, gayretkeş, özgün ve tutkulu olana özlem duyuyoruz. 

Apollon Tapınağının girişinde yazılı olduğu bilinen ölçülülük erdeminin üç sac ayağından ikisinin, “Kendini bil! (Gnothi seauton!)” vecizesi ile birlikte “Aşırıya kaçma/Her şeyde ölçülü ol! (meden agan)” buyruğu olması bir tesadüften fazlası olsa gerektir. Aristoteles, Nikomakhos’a Etik’te erdem kavramını, aşırılıkla noksanlık arasında, aşırılıkta veya noksanlıktakinin aksine başarının bir biçimi ve övgüye değer olan orta yolu bulma eğilimi olarak tanımlıyor. Hırs özelinde düşünülecek olursa, “hırs” habis bir aşırılık, “hırs eksikliği” habis bir yetersizlik, “ölçülü hırs” erdemli olan orta yol olarak beliriyor. Tarih boyunca dînî geleneklerde de aşırıya evrilen arzunun veya salt bencil hedeflerle işlenmiş isteklerin sebep olduğu zarar ve acıdan söz edildiğini görüyoruz. Hıristiyanlığın erken dönemlerinden itibaren bahsi geçen yedi ölümcül günahtan biri açgözlülük olarak anılıyor. Hinduların kutsal metinlerinden Bhagavad Gita’da kendini yok eden cehennemin üç kapısı şehvet, öfke ve açgözlülük olarak tanımlanıyor. İslâm literatüründe, özellikle erken dönem tasavvuf kaynaklarında hırsın ahlâkî, mânevî ve sosyal zararlarının üzerinde sıklıkla durulduğunu; kanaatkârlık ve zühd kavramlarıyla karşılaştırmalı olarak işlendiğini görüyoruz. 

Bu örnekleri pek çok felsefî ve sosyolojik metin üzerinden artırmak mümkünse de, bu konuda tekrarlayan tespitler yerine, cevabı aranması gereken soruların üzerinde durulması gerektiğine inanıyorum. Hırsın, şahısların ve özellikle modern toplumların vazgeçilmez ve kaçınılmaz bir parçası olduğu ön kabulünü nasıl ele almalıyız? Şahısları ve toplumları; esenlik, huzur, erdem, mutluluk, adâlet, siyaset, iş ve etik gibi değer ve kavram alanlarının içselleştirilmesinde yönlendirdiği görülen hırsın mâhiyetini nasıl dönüştürebiliriz? “Hırs Sendromu” ismini verdiği makalesinde Kets de Vries, bu ve benzer sorulara yanıt ararken, “yeterince sahip olmak” yerine, “daha fazlasına sahip olma”ya övgüler sunan bir toplumda yaşadığımızı ve sınır koyma konusundaki yetersizlikleri dikkate alındığında, haris insanların herhangi bir şeye asla “yeterince” sahip olamayacağını söylüyor. Algılarımızı yönlendiren ve tekrar edilmek sûretiyle tartışılamaz hâle getirilen söylem ve uygulamaları bugünden yarına değiştirmek kolay olmasa da; ideallerimizin, hedef ve değerlerimizin eleştirel bir gözlemcisi olarak, varsayımlarımızı gözden geçirip bizi aslında nelerin daha “var” kılabileceğini araştırırken kendi hikâyemizi yeniden yazmakla işe koyulabiliriz.

2 Yorum

Yaşar Enis Diker 8 Aralık 2023 - 21:24

“20. Denizi bir testiye dökersen ne alır? Bir günün kısmetini…
Harislerin göz testisi dolmadı. Sedef, kanaatkâr olduğundan inci ile doldu.
Bir aşk yüzünden elbisesi yırtılan, hırstan, ayıptan adamakıllı temizlendi.
Ey bizim sevdası güzel aşkımız; şadol; ey bütün hastalıklarımızın hekimi;”
Mesnevi Cilt 1

Cevapla
Mustafa Özdemir 19 Şubat 2024 - 21:55

Aynı yüzyılda yaşarlar; Yunus ile Mevlana, Yunus gelir ziyarete, Mevlana tamamlamıştır mesneviyi gösterir Yunus’a , bunda der İnsanı anlattım! Yunus bakar ve der ki, gerek yoktur bunca kelama ben anlatayım sana insanı; Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm! Her beden, her zihin, her ruh ayrı dünyalardır…

Cevapla

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam