Zaman

Fikret Cömert
3 dakika
-+=

Hepimiz varoluş alemine kendimizi bildiğimiz kimliklerimizle zaman ve mekanla kayıtlanarak gelmişiz. Doğum günlerimizi coşkuyla kutluyor, zamanın sürekli aktığını, hatta kendi algımızdan hızlanarak aktığını gözlemliyoruz.

Bir sermaye ömrümüz. Onu en güzel şekliyle geçirip kendimizi gerçekleştirmek, mutlu olmak niyetimiz. Fakat burada da o meşhur cehaletimiz genellikle devreye giriyor, unutmayla meşgul oluyor, “zaman geçirecek” işlere dalıyor, arzuladığımızı söylediğimiz pek çok şeyi sürekli erteliyoruz.

Değişim, dönüşüm rüzgarları zaman zaman etrafımızda esiyor. Doğru rüzgârı arkamıza alıp, olasılıklar evreninde pek çok şeyi başaracak olanağımız var. Biz ise diyete hep “gelecek pazartesi” başlıyor, dil öğrenmeyi önümüzdeki ay planlıyor, mutlu yarınlar hayali kuruyoruz çoğu kez.

Bir şey çok dikkatimi çekmiştir. Yaşanan her şey ibret almamız için derler bilenler. İkinci Dünya Savaşı sonunda iki yenik ülke. Biri Almanya. Taş üstünde taş kalmamış, doğru dürüst bir binayı ayakta göremeyeceğiniz, fabrika teknoloji şöyle dursun, insanların barınma yeri bulmakta zorlandığı Alman şehirleri. Diğer yanda Japonya. İki büyük şehri çağın müthiş icadı, Einstein’ın bile keşfine giden yola taş döşemiş olmaktan üzüntü duyduğu atom bombalarının marifetiyle tamamen yıkılmış, insanları korkunç şekilde can vermiş, bir daha ayağa kalkma ihtimali pek görünmeyen Japonya. Bu 1945 yılında oluyor.

Çok değil, 25-30 yıl sonra bir yanda o güçlü sanayisiyle Almanya, tüm dünyaya Alman otomobilleri, makinaları, elektrikli eşyaları satan, Avupa’nın önemli ekonomilerinden bir tanesi. Diğer yanda ise “Japon mucizesi” diye bir kavram literatüre çoktan girmiş. Hepimiz Sony, Sanyo, Mitsubishi ürünleri kullanır hale gelmiş, doğudan yükselen bu büyük hamleyi konuşuyoruz. 25-30 yıl göreceli olarak çok kısa bir süre. Ben 30 yıl önce piyasaya çıkmış bir müzik albümünü hala “güncel müzik” olarak dinleyebiliyorum. Etrafıma baktığımda elbette pek çok değişime tanık oluyorum. Ama hiç birisi tamamen bir hiç haline gelmişken süper güç konumuna gelen bu iki örneğin yanına dahi yaklaşamıyor. Benzer bir değişim dönemini cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de gözlemliyorum. 10 yılda nereden nereye gelindiği ortada.

Demek ki zaman dediğimiz kavram gerçekten göreceli. Bir online girişim 3-5 yılda asırlık büyük girişimlerden çok daha büyük değerlemelere ulaşabiliyor. Yeter ki arzular, rüyalar niyete dönsün, aksiyon alınsın, o vizyonun maddi dünyamızda tecelli etmesi çok uzun bir süre gerektirmeyebiliyor. 2300 yıl kadar önce yaşayan ve bugün hala yaptıklarını konuşup “Büyük” unvanı ile andığımız İskender tüm bunları 13 yılda gerçekleştirmişti. Demek ki “şimdi çok meşgulüm, pazartesi başlarım, gelecek ay başlarım” demedi.

Zaman bize verilmiş büyük bir kaynak. Sabır elbette güzel bir erdem. Bir şeyler yapmalıyım, geç kaldım duygusuyla alelacele sağa sola saldıracak değiliz. Ama hayatımızda bir şeyleri değiştirmek, dönüştürmek istiyorsak en değerli hazinemizin bu muhteşem kaynağı iyi değerlendirmek olduğunu unutmamalıyız. Aksiyon değişimi getirir. Bu dünyada yapanlar ve izleyip onların yaptıklarını konuşanlar var.

Bunu yaparken kendimizi unutmak zorunda da değiliz. Gözlemlediğim kadarıyla büyük işler başaran çoğu insanın aynı zamanda harika hobileri, farklı ilgi ve uzmanlık alanları var. Naçizane en başarılı olduğumu düşündüğüm dönemlerde müzik albümü yaptım, tiyatroda rol aldım, seyahatlere fırsat buldum vs. Elbette zaman sınırsız olmadığı için öncelikler belirleniyor. Bereket bereketi getiriyor. Doğru rüzgarlarla kendimizi doğru yaşam akışlarına bıraktığımızda pek çok şeyin çözümlendiğini, iyiye doğru aktığını gözlemliyoruz. Fakat gerçek isteklere odaklanmak, gündelik dünya işlerinin bizi yolumuzdan çevirmesine izin vermemek, hele ki “zaman geçirme” aktivitelerinde sermayeyi tüketmemek gerek.

“Zehri katildir bu dünya

Su, sebil olsa içme sakın

Bu ömür bir sermayedir

Nahak yere saçma sakın” (Musa Kazım, Muhiddin İhya’dan rivayetle)

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam