Sahilde bir karga var. Rengi diğerlerine benzemiyor. Sanırım albino. Kafası gri ama vücudu beyaz. Yürüyüş yapanların, oralarda gezenlerin maskotu haline geldi kısa zamanda. İnsanlar birbirlerine onu göstererek “bakın albino karga”, “ne tatlı değil mi” gibi cümleler sarf ediyorlar. Albino karga insanları birbirine yaklaştırıyor. Kendisi de çok ürkek değil işin garibi. Sanki kendisinin özel olduğunu bilirmiş gibi yan gözle (bütün kuşlar yan gözle bakmaz mı aslında) bize bakıp ağzındaki kuru ekmeği gösteriş yaparcasına suya banıyor. Ya da çok uzaklaşmadan seke seke yakınımızda dolaşıyor. Yüzümüzde gülümseme yaratan hali aslında farklılığından. Diğer kargalar bu duyguyu yaratmıyor insanlarda. Aslında onlar da tek tek o bölgenin kargaları, belki her gün oradan geçenler onları da defalarca görüyor ama bu yaygaracı kargalar sürüsü insanlar tarafından çok da sevilmiyor.
Farklı olmak, olmaya çalışmak insanlar için çok sevimli görülen bir şey değil. Belki kendilerini şekilden şekle sokan çocuklar için öyle ama yetişkin insanlar “bakın ben nasıl da başkalarından farklıyım” mesajını etrafına verdiğinde, çoğunlukla kendini beğenmiş kategorisinde değerlendiriliyor. Cücelik, albinoluk ya da engellilik gibi doğuştan olan anormallikler de belli toplumlarda o kişilerin diğerlerinden aşağı görülmesine bile sebep olabiliyor.
Diğer taraftan hayvanlar doğada kamuflaj mekanizmasını, rakiplerinden ve düşmanlarından kurtulmak için kullanıyorlar. Bu ise farklı ve seçilir olmanın örtüldüğü bir durum. Bulunduğu yerin rengini alan bukalemun her ne kadar büyüleyici bir hayvan olsa da kendini setrederek korumaya alıyor ve görünmez kılıyor. Kendini fark ettiren özelliklerini örtmek onu düşmanlarından koruyor.
…
Dilbilimci Saussure dili bir anlam sistemi olarak incelerken “dil saf farklar sistemidir ve pozitif terimler içermez” der. Yani mesela “ağaç” kelimesi, bu kelimenin varoluşsal olarak anlamının tam karşılığı değildir, bunun kanıtı da başka dillerde başka ses ve yazıların, ya da isimlerin bu anlamı ifade etmesidir. İngilizcede “tree”, Latincede “arbor” kullanılır bu anlamı ifade etmek için. “Ağaç” sesi ya da onun yazılı biçimi o kelimenin anlamına bizi götürür ama aslında “ağaç”, ne olduğundan değil ne olmadığından yola çıkılarak anlam kazanır dil sisteminde. Karşısında onunla zıt topyekûn bir kelimeler yığını vardır. Ağaç dediğimizde aslında şunu demiş oluruz aynı zamanda: “çiçek” değil, “çimen” değil, “kalem” değil, “bulut” değil, “ağaç”. Anlam ismin ona tekil rezervasyonuyla mümkün olur bir nevi.
Bu farklar sistemi konusu Saussure ile başlayan gösterge sisteminin temelidir ve dilbilimin kapsamını da aşar. Kültür dahilinde, dil dışındaki bütün sistemler için de ayrışmak ve tanınmak çok önemlidir. İnsan doğduğunda kendisine verilen ad ile, ailesini belirten soyadı ile, fiziksel nitelikleri ile diğerlerinden ayrışır. Kültürel farklar kıyafet, dil, lehçe gibi araçlar ile ortaya çıkar; farklar, böylece benzerlikler ile birlikte kimliği oluşturur. Moda her sezon bize ne giyeceğimizi dikte ederken hem farkları hem de kimlerle ve hangi fenomen insanlarla aynı giyinip benzeşeceğimizi de bize fısıldar.
Yani fark etmek anlamın oluşmasının temeli ama, şu da var ki benzerlik de bütün anlam sisteminin özü. Beyin yeni bir eşya, bir ses ya da bir görüntü gördüğünde hafızasında sakladığı, biriktirdiği arşive bu yeni şeyin benzerlik düzeyini danışır. Daha önce görüp duydukları onu zihninde derlemesi için kendisine kılavuzluk eder. Bu manada beynin bu çalışma sistemi de dil sistemi ile yakındır.
…
Tasarım eğitimine yeni gelen öğrencilerden belli görsel araçlarla “bir şeye benzemeyen bir kompozisyon” yapmaları istendiğinde ne kadar zorlandıklarına tanığım. Yaptıkları görsel ve soyut çalışmaların kritiklerinde, üzerine yaptığımız konuşmalar onların “böceğe benziyor, uçurtmaya benziyor” gibi yorumlar yapmalarının üzerine çok zor çıkar. Ancak bu klişeleri aşabilenler yeni formlar, yeni kompoziyonlar yaratabilmekte ehil hale gelebilirler. Bir şeye benzemeyeni aramak yeniliğin özü gibi duruyor ama yeni olanı üretmek için de tek araç sadece farklı olsun diye bir şey üretmeye çalışmak olmamalı.
Evet, yenilik, benzerliği aşabilmek ile ilgili. Ancak bir yönüyle benzerlik de insanların ihtiyacı ve dayanağı. Belki de kendini güvende hissedebilmenin özü.
Sanat akımları da böyle işler. Yepyeni bir akım, mesela kübizm, ilk çıktığında sanat çevrelerinde büyük tepki görmüş, ancak bir süre sonra o da taklit edilen, klişeleşen bir görüntüler sistemine dönüşünce, yeni olma durumu benzerlik üzerinden kendini üretmeye dönüşmüş. “Avangard” yani başı çeken ve önden giden, yeni olma cesaretini göstermiş olan, arkasından gelen taklitlerin de kaynağı olur bir süre sonra.
…
Tefrik, yani iyiyi kötüden ayırabilmek de bu işin ruhani tarafının metotlarından. Taklit, yani iyi olana, hatta daha da doğrusu kendinden üstün olana benzeme derdi, modern sanatta tabu olsa da manevi gelişimde temel bir başlangıç. Taklit olmadan tahkik, yani hakikate ermenin zor olduğu söylenir. Peki burada nihai hedef olarak tahkik, sanatta orijinal olanın arayışına da yakın değil mi? Orijinal olan, orijin, yani başlangıç noktası belli olan ise ve insan da kendi başlangıç noktası olan hakikatinin peşine düşmüş ise, yaşama sanatının özgün olanı aramak olarak sanatın kendisinden pek de farkı kalmıyor sanki. Hepimiz bilerek ya da bilmeyerek orijinal olanı arıyoruz; gerek kendi hakikatimizin peşine düşerek, gerek sanatçı olmaya soyunup yeni ve özgün bir şeyler yapmaya çalışarak. İronik olan şu ki, bu durum yeni olanla kadim olanı aynı hedef yapıyor, iki zıt kavram bir potada birleşiyor. Özüne dönmeden yeni olan bulunmuyor, samimi bir yenilik de bu şekilde “orijinal” oluyor.
Ya da diğer bir deyişle albino karga, karga olma cihetiyle ve özüyle tam bir karga gibi olmasa albino olması bizi o kadar da cezbetmezdi belki.