Yara

Sümeyra Öztimur
5 dakika
-+=

Dünya üzerinde yaşayan bir insana “Hiç yaralandınız mı?” diye sormak “Hiç su içtiniz mi bu gezegene geldiniz geleli?” demek gibi bir şey olsa gerek. O insan ki daha çocukken tanışır yarayla. Misal okul bahçesinde koştururken bir arkadaşı ile çarpışmıştır yahut yaramazlık yaparken sabrının son sınırına getirdiği annesi tarafından fırlatılan, saatteki hızı henüz hesaplanmamış terliğin hedefi olmuştur. Hiç değilse ayağının küçük parmağını ranzanın demir bacağına çarpmıştır. İnsanın yarayla tanışması çok sürmez.

Çocukken ne güzeldi, yaranın tanımı tamamen fizikseldi. Bilmezdik içeride de yaralanacak şeyler olduğunu. Nereden bilecektik? Seksenlerde doğmuş biri olarak yedirilip içirilip boyuna bakılan bir nesildik biz ve ne var ki bizi büyüten nesle bu kadarı da kısmet olmamış. Yarı aç yarı tok, her biri birbirinin eskilerini giyerek boy vermiş fidanlarmış onlar. Kimse sormazmış bu yıl geçen yıla göre nasıllar, kaç cm uzamışlar ya da yeni bir dal vermişler mi. Kalabalığın içinde kaybolarak, zaman zaman içlerinden çıkan tek bir asinin arkasına takılıp -yine de işi başa geleceği tesadüfe bırakmamak için- Yaradan’a sığınmak suretiyle güvenlik tedbirlerini es geçmeden iki çift laf edebilen bir nesil… Ondan önceki nesilleri ise hiç karıştırmayayım. Bütün söz haklarını haberleri olmadan yazısız bir sözleşmeyle ana babalarına devretmiş, ismi var cismi yok, varlıkları ancak kafa kâğıdı ile ispatlanabilen suskun hayat yolcuları. Sessizce gelip geçmişler bu dünyadan. Kendilerine biçilen elbiseyi giyip uygun görülen büyüklükteki lokmaları beğenip yutamasalar da ağızlarında geveleye geveleye gün tamamlamışlar.

Ah ah! Çok sorgulamışımdır; annemi, anneannemi ve büyük anneannemi. Yetişebildiğim en son köktür büyük anneannem. Size birazcık onlardan bahsedeyim sonuna kendimi de ekleyerek. Çocukluklarını bilmem, hiç anlatmadılar. Hoş, çocuk oldular mı, orası da tartışılır. Neden mi? Peri Nene diye çağrılan büyük anneannem on üç yaşındayken eşi vefat etmiş iki çocuklu dul bir adamla evlendirilmiş. Kendisi de anneannemi on beş yaşında gelin etmiş. Anneannemse annemi on yedi yaşında. “Büyük kız diyeceklerine küçük gelin” desinler diye. Annem beni yirmi dördüncü yaşımda kendi isteğimle gelin etti, yirmi yedinci yaşımda güç bela ikna oldu boşanmama. Peri Nenem okulun kelime manasını bilmezmiş. Anneanneme hiç bilmediği okula gitmeyi teklif edememiş. Anneannem genç yaşta dedemi kaybedip dul kalınca okuma yazma yoksunluğundan çile çekip anneme ortaokulu bitirene kadar müsaade vermiş. Annem okumaya devam etmek istediğinde sert bir kayaya çarparak acıya kanaya durmak zorunda kalmış. Bense çocukluğum ve ilk gençliğim boyunca bana öğretilen en büyük günahtan kaçarak büyütüldüm. Kitaptan kafamı kaldırmak, kendime ve insanlığa yapacağım en büyük kötülüktü. Bir bardak kaldırmadım, bir el işi yapmadım. Annemin “Nakış dikiş gereksiz iş” mottosuyla sürgün verdim. Rahat rahat okudum. Küçük yaşta el kapısı görmedim ama yine de çok şikâyet ettim. Dört neslin en şanslısı olduğum halde hiçbir şeyden mutlu olmadım. Ömrüm karşılaştırmalarla dolu bir hırs duvarına döndü. Mütemadiyen yazdım, çizdim, bozdum. Neden böyleydi de öyle değildi? Öfkelendim. Bu öfke beni aklıma hayalime gelmeyen yerlere doğru savurdu ve nihayetinde kendimi hiç düşünmediğim bir konumda buldum.

Yangınlar çıktı yüreğimin muhtelif köşelerinde. Her şikâyetim için bir odun atıp harlayıp birleştirdim ateşi. Tek ve büyük bir yangına çevirdim. İstediğim mesleği seçememiştim, meslek seçimim üniversite seçme sınavında gösterdiğim başarıya paralel değildi, babamın o dönemki maddi kaygıları doğrultusunda olmuştu. Bunun yanında mutsuzlukla bezenip ayrılıkla sonuçlanan evliliğim, ufacık bir yavruya farkındalıktan uzak bir anneliğim ve suçladığım tonlarca insan vardı. İdealize ettiğim dünyayı inşa etmeme engel olan herkes suçluydu. Beni bu hâle onlar getirmişlerdi.

İnsan içten yaralanınca nelere sarılır? Kişiden kişiye değişir. Kimi dış dünyada eğlenip bir süreliğine unutmaya, kimi iç dünyasına dönüp cevapları aramaya koyulur. Ben ikisini de yaptım. Önceleri görmezden gelip vakit geçirmeye baktım. Hani o meşhur “Hayat devam ediyor” klişesinin arkasına saklanarak. Bir süre devam etti gerçekten de hayat. Hiç acı hissetmez oldum. Sonraysa beni kendime getiren tokatlar patlamaya başladı art arda suratımın ortasına. Tokatların şiddetinden sendelemeye zaman bulamadan düştüm. Bunu kendime yediremeyip hemen kalkmaya çabaladım. Olmadı. Defalarca denedim ama her seferinde başım dönerek tekrar yere serildim, oturduğu yerden bir anda kalkmaya çalışan bir insanın tansiyonunun düşmesi sonucu ayakta duramaması gibi. Bir şeyler vardı bilmediğim, bir türlü dizlerimi tutamamama sebep.

Bir gün pes ettim ve hızla kalkma çabamdan vazgeçip içime dönmeye, çabamı baltalayan her ne varsa yüzleşmeye karar verdim. Nerede görsem sordum o “bir bilene.” Cevaben önüme hep aynı kelime düştü: Travma! Nedir hocam bu travma, dediğimde “yara” dediler. E ben biliyordum zaten bunu, nasıl çözeceğimdi peşinde koştuğum bilgi. Araştırmamı derinleştirince uzmanlar, kitaplar yetişti hemen imdada. Doğduğum ev, beni büyütenler, beni büyütenleri de büyütenler hatta onları da büyütenler diye uzayıp giden bir liste çıktı karşıma, yıllarca sorguladığım nesillerle girdik mi birbirimize?

Düğümlenmiş, eksik gedik hikayeleri tamamlamaya uğraştım yıllarca. Birini çözdüm derken diğeri yıkıldı üstüme ama yalan değil, çok fayda ediyordu her bir profesyonel çalışma. Neyin niçin olduğunu anlamaya başlayınca suçlular gün be gün azalıyordu etrafımda. Daha önce suçlu ilan ettiklerim eninde sonunda beni gerçek ben ile buluşturmaya gelen iyi niyetli görevliler çıkıyordu. Yediden yetmişe ölü yahut diri listedeki herkes… Herkes bildiğince, gördüğünce ve öğrendiğince hareket etmişti. Olan buydu hakikatte ama kibrim durulup oturmadı yerinde. Bir polisiye anlatısına çevirmekti niyeti hikâyemi. Mutlaka suçlu çıkmalıydı birileri. Fark etmediğim ve henüz birleştiremediğim parçalar olmalıydı bir yerlerde. Bırakmadım peşini. Lakin arayışım bir burun kurcalama seansına evrilince sistem karışıverdi. Nasıl mı? Şöyle izah edeyim: Bazen burnumuzda bizi rahatsız eden ve nefes akışımızı sekteye uğratan bir şeyler hissettiğimizde hemen lavaboya gider, belki biraz su belki de bir sprey yardımıyla burnumuzu temizleyip rahatlarız. Bu, gayet insani bir durumdur ama kimi zaman benim gibi biri çıkar ve bir türlü tatmin olamaz rahatladığına. Kafasındaki sesleri susturamadığından olanı saptırıp olmayanı bulmak üzere kurcalama faslına geçer. Kurcaladıkça kurcalar ve nihayetinde dokunmaması gereken bir damara temas edip kanatır o canım burnu. Durduk yere yara olmayan bir yerde elleriyle açar yarayı. Sonra günlerce acır içerisi. Kaşındığı da olur. Müdahale etmeye devam ettikçe kötüler. Pişman olsa da dönemez geriye. Bir çare arayıp durur. En ironiği de acısını fark eden -hani o affetmek için seanslarca terapi aldığı- biri gelir, şıp diye çözer sorunu: “Karışma, kendi kendine iyileşir o.”  Öyle de olur. Yara açmakla yargıladığı, şifa olur.

İnsan ne tuhaf bir canlıdır, kendini bulmaya uğraşırken kaybeder kimi zaman. Unutur onu Yaradan’ın inayetini, aşar haddini. Yara ise bir yol açar hakikate, hakikatse kalpten sızar ince ince. İş, zihnin oyunlarını bozabilmekte. Yaralara şifa dileğiyle. 

3 Yorum

Melike Akyılmaz 29 Haziran 2023 - 12:23

Kelimelerle en derinlerdeki yaralara dokunabilme kabiliyetinizi alkışlıyorum…

Cevapla
Sümeyra ÖZTİMUR 29 Haziran 2023 - 12:25

Çok teşekkür ederim. 😊 🙏🏻

Cevapla
Havva Sever 9 Nisan 2024 - 23:32

Sümeyra Öztimur 2008 yılında Mustafa Necati Ortaokulunda Türkçe öğretmenimizdi. Derslerimizde harika sesiyle dinlediğim şiirler, ders molalarında dinlediğimiz hikayeler hala hatıramda. Nöbetlerinde omuzlarında sarıldığı şalını, düşünceli yürüyüşünü, topuk sesini duyuyorum. Canım öğretmenim

Cevapla

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam