Gelin gülle başlayalım atalara uyarak, Baharı koklayarak girelim kelimeler ülkesine…
Sezâi Karakoç’un bu şiiriyle, gülle başlayalım sözümüze. Yüzyıllardan beri söylenegelen gülün hikâyesini araştırdıkça onun sadece bir çiçekten ibâret olmadığını, aşkı, celâli-cemâli, vahdeti-kesreti, maddî-mânevî şifâyı barındıran, rûhumuzu güzelleştiren bir tecellî olduğunu görüyoruz. Kokusunun peşine düşünce, kendimizi koku uzmanı Bihter Türkân Ergül hanımefendinin yanında buluyoruz. Bihter hanımın küçüklüğünden beri kokulara olan muhabbeti onu gülle bir yolculuğa çıkarmış ve bu yolculuk da onu Türkiye’nin sayılı koku uzmanlarından birisi olarak dünyada bir ilk olan koku akademisini açmaya kadar getirmiş.
Gelin, gülün hikâyesini öğrenmek için Bihter hanıma kulak verelim…
Isparta güllerine ulaşan hikâyeniz, Bulgaristan gülleri içerisinde çocukluğunuzu geçirerek başlamış. Hikâyenizi sizden dinlemek isteriz.
Soyadım zaten Ergül. 25 Mayıs 1978’te güllerin içerisinde doğdum. Ailemin birçok üyesi de gülcülükle uğraşıyordu. Çocuk aklımla çileklerin açtığını gördüğümde hemen peşinden güllerin açmaya başlayacağını anlardım. Gül zamanı geldiğinde gülden reçeller, şerbetler, gülbeşekerler, kompostolar vs. yapılırdı. Buna “Gül devşirme zamanı” denilirdi; bu zaman dilimi benim için çok keyifliydi. Türkiye’ye geldiğimde çok uzun süre o kaliteli gülleri bulamadım. Plastik şişelerdeki sentetik gül suları çoğunluktaydı, bu sebeple gülden çok uzaklaşmıştım.
2006 yılında topuklu ayakkabı ve plaza hayatından çok yorulmuştum, sevdiğim işi yapmaya karar verdim. Bu arada plazada çalıştığım sırada gece vardiyasında çalışırdım. Gündüz Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi ve kütüphanelerde koku hakkında araştırma yapardım. Örneğin, Hürrem Sultan, Kanûnî, Kleopatra, nasıl kokardı, ne kokular kullandılar çok merak ederdim. Araştırmalarıma başladığımda Topkapı Sarayı’nın müdürü İlber Ortaylı idi, sağ olsun arşivde çok güzel bilgilere ulaştım. Örneğin Efendimiz, “Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi kadın, koku ve gözümün nuru namaz” buyurmuştur. Bir sürü şey varken neden “koku” demiştir? Bu bile ayrı bir araştırma konusudur. Yine, “Size ikram edilen üç şeyi reddetmeyin” buyurmuştur: Süt, minder ve koku. Süt, ilk ana gıdamızdır; minder, misafir etmek anlamındadır, davete icâbet etmek gerekir. Peki, neden koku ve bahsedilen bu kokular ne kokularıdır? Mânevî kokular diye bir şey vardır, herkes kokuyu kendi fıtratı üzerine alır. Örneğin, Hz. Hamza’nın şehit edildiği yere giden birçok turist rehberi anlatmıştır, grup daha yürümeye başladığında herkes bir koku aldığını söylüyor. Rehber, ne kokusu aldıklarını sorduğunda herkes farklı bir cevap veriyor; portakal, amber, gül, incir yaprağı gibi. Bunu bir değil, yedi-sekiz rehberden duydum. Kokuyu herkes fıtratı üzerine alır. Mesela, Peygamber Efendimiz’in hırkası açıldığında etrafa mis gibi kokular yayılır, bunun daha çok örneği vardır.
Kokunun tarihi insanlık tarihi kadar eski. Kokunun insanları bu kadar kolay etkileyip onların anılarında kendine kolayca yer bulmasının sebebi nedir?
Beynimizin ilkel bölümünde amigdala yer alır, bu bölüme hükmedemezsiniz. Bu bölümde yeme-içme alışkanlıkları, uyku düzeni, koku ve cinsel dürtüler yer alır. Buranın bir koku hafızası vardır; kokladığınız andan itibaren bir âna, kimi zaman yıllar öncesinden bir duyguya götürür sizi. Burada o insanı, koku ile mutlu edebilir, saldırgan hale sokabilir ya da emir-komuta verebilirsiniz.
Buradan bakıldığında, hayatın hızlı akışına kapılmış günümüz insanının yorgunlukları ve anlam arayışı için yardımcı olması mümkün müdür?
Olur, ancak ne yazık ki son günlerde bir bilgi kirliliği var. Uykusuzluk için “Lavanta kullanın” deniyor; tamam da lavantanın hangi türü? Hibrus türü uyku kaçırır, Angustifolia türü uyku yapar. Son zamanlarda aynı lavantaya benzeyen Karabaş otu satılıyor çok ucuza. Bunların hepsi uyku kaçırdığı gibi agresif ruh haline de sebebiyet verir; doğru olanı kullanmak gerekiyor. İkincisi sizde lavanta işe yararken bende vetiver işe yarar. Nasıl tansiyon yüksekliği için her hastaya aynı ilaç verilmiyorsa, kokular da böyledir. Neye göre, kime göre, hangi yaşa ve fıtrata göre olduğu çok önemlidir. Aynı zamanda kullanılan uçucu yağlar içerisinde de ağır metal, kimyasal ve zirâî ilaç varsa onları da içmiş ya da koklamış oluyoruz. Daha ucuz almak, ancak kaliteyi bozmadan üretimi arttırmakla mümkündür. Kokladığımız her şey, altı saniyede hormonlara, ikinci dakikada kana, yirmi sekizinci dakikada da hücreye yerleşir.
İnanılmaz hızlı bir şifâ aracı; ancak yanlış kullanıldığında da zararı hızlı olacaktır.
Ne yazık ki çoğu insan yanlış kullanıyor.
Burada aklıma sizin Abdülkâdir Geylânî hazretlerinden aktardığınız bir söz geldi: “Koku, âdap ve usüllere riâyet eden bir kul için bulunmaz bir nimettir” Dolayısıyla yetiştirirken, alırken ve kullanırken de bir âdabı olmalı ki bize faydası olsun.
Sabah kahvaltısında hiçbirimiz akşam yemeğinde yediğimizi yemiyoruz. Mesela, sabah kahvaltısında bol sarımsaklı mantı yemeyiz. Koku da böyledir, âdabı ve usulü vardır. Rastgele kullanılmaz; direkt bilinçaltımızı, enerjimizi etkiler.
Âdap demişken, bize gül toplama usulünden bahseder misiniz?
Güller, sabah beşle yedi arasında çiğ zamanı toplanır. Toplanırken makasla kesilmez, orakla biçilmez. “Yâ Rahîm” esmâsıyla toplanır. Ellerinize dikenler bata bata toplarsınız. Bülbülle gülün aşkı gelir akla; bu Allah ile kul arasındaki aşktır. Bülbül kul hizmetkârıdır, gül ilâhî aşkın sembolüdür. Goncası vahdet, açılmış hâli kesrettir. Tasavvufta, mânâ âlemindeki her şey, madde âleminden tanımlanır; mânâya atıfta bulunur. Her tarikatta olduğu görüldüğü gibi tasavvufta gül vazgeçilmez bir semboldür. Çünkü Peygamber Efendimizin ten kokusudur.
Bu noktada Hz. Mevlânâ’nın Mesnevîsinden bir alıntıyla İslâm tasavvufuna doğru geçmek istiyorum. Hazret kokuyla ilgili Yusûf sûresini işâret ederek şöyle der:
“Koku deyip de geçme! Koku, nice izleri, nice sırları belirtir. Her güzelliğin, her hikmetin hattâ Tanrı yolunun da bir kokusu vardır. Koku nice uzakları yakın eden, nice kayıplardan haber verendir. Iztıraptan ve yaşlılıktan beli bükülmüş ve ağlamaktan gözleri görmez olmuş Yâkub’a, Yûsuf’ un gömleği, oğlunun kokusunu getirince gözleri açılmadı mı?”
Burada, kokunun bir sır taşıdığını görüyoruz. Denir ki bu sır, Peygamber Efendimize ait bir sırdır ve “gül” remzi ile ifade edilir.
Biz kokunun sırrını bilmiyoruz. Kur’an’da burun algısından bahsedildiği gibi hiçbir algıdan bahsedilmez. Sadece Yusûf Sûresi’nde değil, Yunûs Sûresi, Enfal Sûresi ve daha fazla âyette de geçer. Burada Yusûf Sûresi’nde görmekten bahsediyor, gözlerinin açılmasından. Gül, tarih boyunca göz hastalıklarında kullanıldı. Hem kalp gözü hem de beden gözü kastedilir.
Bebeklerin göz çapaklarında veya yavru kedilerin göz problemlerinde pamuğa dökeceğiniz organik gül suyunun sorunu giderdiğini göreceksiniz. Buna da örnek vereyim; menkîbelerde geçen ve olaya şâhitlik eden Kerrâ Hâtun’un anlattığı bir olaydır. Bir gün Hz. Mevlânâ ve Hz. Şems derin bir sohbettedirler; sohbet ettikleri odanın duvarlarından biri açılır ve içeriye altı heybetli adam girer. Geceden sabaha, sabahtan da geceye çok derin ve sessiz bir sohbet yaparlar; hiç konuşmadan, hiç bakışmadan. Yine geldikleri gibi aynı duvardan giderken içlerinden biri koynundan bir demet gül çıkarıp sehpaya bırakıyor. Arkalarından odayı muhteşem bir gül kokusu kaplıyor. Olaya şâhitlik eden Kerrâ Hâtun soruyor: “Ey Efendim! kimdir bu altı heybetli adam?” Mevlânâ diyor ki, “Ey Hâtun! Al bunu, gözlerine sür; gözlerin şifâ, gönlün devâ bulsun.” O dönemde Kerrâ Hâtun görme yetisini kaybetmek üzereymiş. Sonra Kerrâ Hâtun bu altı heybetli adamı tekrar sorar. “Peygamber Efendimizin mîrâcâ çıktığı gece, O’ndan altı damla ter yer yüzüne düşer ve altı heybetli adam da İrem bağlarının bahçıvanıdır” der. Bunun üzerine Kerrâ Hâtun o bölge civârında yediden yetmişe, gözleriyle ilgili sorun yaşayanların kapısını çaldığı kişi olmuştur. Kerrâ Hâtun’un öldüğü gün de güller solmuştur.
Peygamber Efendimizin günlük hayatında kokuyu kullanımı nasıldı?
Peygamber Efendimiz, oud, gül, amber, misk gibi dört ana kokuyu sağ avuç içerisine kelime-i şehâdet ile sürer; önce sakalına, sonra kaşına, sonra saçına ve en son da şah damarına sürermiş. Diğer kokuları ise sol avucuna sürerek anlattığım şekilde sürermiş. Bu bir sünnet hâline geldiği için ve padişahlar da Yavuz Sultan Selîm Han’dan sonra halîfe olduklarından dolayı bu şekilde sürüyorlar. Özellikle Abdülhamid Hân oud kokusunu kullanıyor.
İslâm dininin kokuya verdiği önemi, Osmanlı Devleti’nde pâdişahlardan halka kadar her seviyede gözlemleyebiliyoruz. Pâdişahların kutsal emânetler konusundaki tevâzûnu anlatan, kendilerini “Hâdimu’l-Haremeyn” yani Kutsal emânetlerin hizmetçisi olarak tanımladıkları yıllık bir ritüelleri var; bundan bahsedebilir misiniz?
Mukaddes emânetlerin temizliğinden pâdişah sorumludur. Gümüş faraşı vardır, onunla süpürür; süpürülenler bir dibekte biriktirilir. Orada birikenler bir yıl sonra Kadir gecesinde toplanır, Harem-i Hümâyun’dan misk, gül, amber gibi bazı özel yağlar lalalar tarafından alınıp karıştırılır. Itır suyuyla duvarlar silinir; silinen su atılmaz, o bir yıl boyunca bekletilen tozlarla karıştırılıp, harmanlanarak küçük mâcunlar hâline getirilir ve bayram sabahında onlar halka dağıtılır.
Bu ilgi ve tazimin halkta birçok tezahürü görülüyor. Ancak, kitabınızda ilk defa öğrendiğim bir bilgiye değinmek istiyorum. Diyarbakır, Sur ilçesinde Akkoyunlular döneminde inşâ edilen, ancak 1531 yılında Abdurrahman Hacı Hüseyin tarafından restore edilen camiinin minâresinin yapımında kullanılan harcın içine bölgede yetişen güzel kokulu çiçeklerle beraber, altmış okka misk yağının da katılarak yapıldığına değinmişsiniz.
Altmış miskal miskle gül konulur içerisine -ki sıcak bir yerden bahsediyoruz- sabah ezanında hafif bir meltem eser, bu rüzgârla beraber insanların namaza daha dinç kalkmaları için yapılmıştır.
Bize vakit ayırdığınız için ve mis kokulu bilgiler aktardığınız için teşekkür ederiz.