Bütünü Gözetmek
Hayret verici olduğu kadar ders veren örnekle devam etmek istiyorum. Endüstriyel hayvancılığın yaygınlaşması ile iş öyle çığırından çıktı ki hiç duymadığımız yeni kavramlar işitir olduk. Bunların en ünlüsü gezen tavuk. Mûzib bir cevabı beraberinde getiriyor; gezmeyen tavuk olur mu? Olmaz! Çünkü tüm bedenler gibi tavukların da beden sağlığı ve “kendilerini gerçekleştirebilmeleri” için hareket etmeleri ve dolaşmaları lâzımdır. Ancak endüstriyel hayvancılıkta tavuklar değil gezmek rahat nefes alamaz haldedirler. Tavukların içerisinde oldukları bu kasvetli ortamın sadece onları değil onlardan faydalananları da etkilediği ortaya çıkınca farklı bir hayvancılık bilincine gereksinim olduğu fark edilmiş ve buna da komik diyebileceğimiz bir isim bulunmuştur; “gezen tavuk”. “Nefes alan insan” kadar absürt bir tanımlama değil mi bu?
Ahlâk dışında bizi geleneksel yetiştiriciliğe yeniden yönlendiren tavukların hareket kısıtlılığı ve doğal olmayan şekilde beslenmelerinin sonucunda bedenlerinde ve yumurtalarında ortaya çıkan değişikliklerdi sanırım. Bereketin yerini verim artışının aldığı endüstriyel yetiştiricilikte tavuğun yağ oranı tam on kat artmıştır. Bu da onlardan faydalananlara hastalık artışı ile yansımaktadır. Binlerce yıldır birlikte yaşaya geldiğimiz koyun, keçi ve sığırlarda da durum benzerdir. Endüstriyel yetiştiriciliğin sonucunda meralardan ve doğal besinlerinden uzaklaştırılan bu hayvanların vücutlarındaki yağın içeriğinin insanda ateroskleroza yol açacak şekilde değiştiğini gösteren araştırmalar var. Çiftlik balıkçılığında da aynı durum söz konusu. Binlerce yıldır birlikte yürüdüğümüz ve türümüzün devamına büyük katkı sunan bu canlıların iyiliğini ve refahını düşünmeyi ihmalin bir sonucu sanki bu. Ne ekersen onu biçersin demekten çok, diğerleri iyiyse biz iyiyiz demek geliyor içimden, ya da iyilik yap iyilik bul. Bütünü gözetmenin ezeli görevimiz olduğunu farkında olarak.
Bitkiler de bu âlemdeki yol arkadaşlarımızdan. Beslenme, barınma, örtünme, sağlık gibi birçok alanda işimizi kolaylaştıran bitkilerin dünyasına baktığımızda onların da kendi yol arkadaşları olduğunu görüyoruz. Bitkilerin en kadim dostu hatta anası olan toprak ile ilgili çalışmalarda araştırmacılar yeni bir paylaşım ve dayanışma örneğini ortaya koydular ve bir de isim verdiler; toprak besin ağı (soil food web). Toprağın sadece bir mineral yığını olmadığı, içerisinde bakteriler, mantarlar, organik madde, protozoalar, artropodlar, hayvanlar ve bitkilerin oluşturdukları bir ağ ilişkisine sahip âdeta canlı bir organizma olduğu anlaşıldı. Birbirinden çok farklı özelliklerde (buna da meşrep diyebiliriz sanki) çok çeşitli varlığın oluşturduğu bir bütünlük olduğu gerçeğine ulaştık bir başka deyişle. Her birinin tek başınalık yerine bu dayanışma içerisinde daha güçlü ve sağlıklı kalabildiği ve denge oluşturduğu bir bütün. Mantarlar güçlü bir miselyum ağı ile âdeta haberleşme şebekesini oluşturuyorlar. İnsan bakış açısı ile verdikleri bu hizmetin karşılığını besin olarak alıyorlar. Bakterilerin ortamı alkalileştirmesinin karşısında mantarların asitleştirmesi sayesinde toprak pH’sı dengede kalıyor. Yine zıtlıklardan oluşan bir vasat sayesinde düzen sağlanınca hastalıklar baskılanır ya da başka bir deyişle düzen dengede olunca hastalık kalmaz. Toprak bu şekilde besin depolar, toksinler parçalanarak uzaklaştırılır, su tutumu artar. Çok çeşitli hücre topluluklarının oluşturduğu bir vücud bütününe ne kadar da benziyor değil mi? Bitkilerin en iyi hallerinde olması onlardan faydalananların da en iyi halde olması demek değil midir? O halde yolda birlikte yürüdüklerimizin birlikte yürüdükleri de bizimle doğrudan ilgilidir. Toprak besin ağını oluşturan her bir can ile bağlantılıyız, birlikte bir bütünüz.
Ağaçların da birbirleri ile haberleştiklerini, besin ve bilgi paylaşımı yaptıklarını biliyoruz artık. Onlar da uzun yolculuğumuzda birlikte yürüdüklerimizden. İki binli yılların başlarında Japonya’da yapılan araştırmalar ağaçlar ile ilişkimizin başka bir boyutunu ortaya koydu. Kendi şifaları için salgıladıkları fitonsit adı verilen yağ asitleri aracılığı ile insanlarda uyku, stres bozukluklarının yanında hipertansiyon, kanser ve depresyon gibi hastalıkların iyileşmesine katkıda bulundukları görüldü. Kanserli ve virüs bulaşmış hücreleri vücuttan temizleyen (NK-natural killer) hücrelerimizin aktivitelerinin artışını sağladıkları ve bu etkinin bir ay süreyle devam ettiği gösterildi. Dört milyon dolar bütçeli bu araştırmalar ile 62 ağacın insan sağaltımı ile ilişkisi tanımlandı. Orman banyosu adı altında şifa turları düzenlenir oldu bu bilgiler ortaya çıktıktan sonra. Doğa ismi ile tanımladığımız bir âlemin içerisindeyiz, tıpkı vücut içerisindeki bir hücre gibi. Bu vücudun geri kalanıyla iş birliğine ve dayanışmaya ihtiyacımız var, hatta bu vazgeçilmez bir gereksinim.
Bunu bir yazar vitamin N (İngilizce doğa anlamındaki nature kelimesinin ilk harfinden esinlenerek) metaforu ile anlatıyor.Toprakta bulunan bir mycobacterium türünün çocuklarda öğrenmeyi kolaylaştırıcı ve bir lactobacillus türünün de depresyonu engelleyen etkisini ortaya koyan araştırmalar var. Bazı araştırmalar toprakla doğrudan ilişkide olan çocuklar ile olmayanlar arasında hayret verici farklar olduğunu ortaya koyuyor. Gezen tavuk örneğindekine benzer absürtlükte doğaya maruz kalma gibi bir kavram çıkmasına neden olan bir uzaklaşma içerisindeyiz. Parçası olduğumuzun idrakinden uzaklaşmak bizi ondan uzaklaştırıyor âdeta. Oysaki parçası olmak nedeniyle bütünün geri kalanına muhtacız, kendi bütünlüğümüzü de bu birlikteliğe borçluyuz zira. Onunla olduğumuzda psikolojik halimiz olumlanıyor, immün sistemimiz güçleniyor, vücudumuz düzene giriyor.
Bazı araştırmacılar evreni ve tanrıyı hissetmeyi biyolojik gereksinim olarak tanımlarken biz farkında olmadan parçası olduğumuz âlemden sanki ayrılma çabası içerisinde düzene karşı çıkıyoruz, işleri kolaylaştırmıyor zorlaştırıyoruz, akıntıya karşı kürek çekiyoruz. Düzene âdeta karşı duran bu halimizle dis-ease ve dis-order kelimelerinin çok iyi anlattığı üzere hastalıkları davet ediyoruz. Diğer taraftan araştırmalar hücre zarlarımızdaki bir tür antene benzetilebilecek yapılar ile sürekli çevremizi algıladığımızı ve hücre işlevselliğinin temeli olan protein sentezinin çevre şartlarına göre değiştiğine işaret ediyor. Genlerimiz çevresel şartlar ile aktifleşir veya pasifleşir. İnsan var olduğundan beri geçirdiği viral hastalıkların etkeni olan virüsleri bir anlamda DNA’mızda barındırıyoruz. Bunu yaratılıştan çevremize duyarlılık olarak yorumlasam haddimi aşmış mı olurum? Bu denli çevresine duyarlı yapımızı farkında olmayarak çevremizden kopma çabası işleri zorlaştırmıyor mu?
Bu denli biriz bütün âlemle, onun biricik parçasıyız. Biricik parçası olduğumuz kâinat içerisindeki birlik ve düzenin muhteşemliğini fark ettiğim her an en sevdiğim duygulanım bana eşlik ediyor; hayret. Ariflerin bu makalede bahsettiğim ayrıntıları bilmeye ihtiyaçları yok. Arif olmayanlar için ise içerisinde olduğumuz muhteşem düzen ve birlikteliği farkına varabilmemiz için bu tür ayrıntılar elzem geliyor bana. Etrafımız türlü türlü emare ve kanıtlar ile dolu. Buldukça, anladıkça birliği ve azametini zevk edebilmemize vesileler. Bulduklarımızı, farkına vardıklarımızı her fırsatta paylaşarak hayretimizi ve gayretimizi artıralım inşallah.