Hayat Yolcularına

Prof. Dr. Emine Yeniterzi
18 dakika
-+=

Mesnevî’nin İlk Cildinde Mevlânâ’nın Hayat Yolcularına Tavsiyeleri

Yeni bir yere yolculuk yaparken önce bilgi sahibi oluyoruz. İnternetten, kitaplardan, ansiklopedilerden, şehir rehberlerinden, daha önce orayı görmüş olanlardan… Seyahatimiz sırasında her sabah kalkarken ilk işimiz o gün neler yapacağımızı gözden geçirmek, planlarımızı kontrol etmek oluyor. Çünkü zamanımız sınırlıdır. Sürprizlerle dolu bir günü dolu dolu yaşamanın, yeni yerler görmenin, yeni bilgiler edinmenin, yeni insanlar tanımanın keyif ve huzurunu tatmak isteriz; kısacası yola çıkarken aklımızdan geçen her şeyi yaşamak isteriz.

İnsanın en anlamlı, en uzun seyahati ise hayat yolculuğudur. Bu yolculukta da zamanımız kısıtlı. Her gün elimizde yaşanacak uzun bir günle uyanıyor, her gece ertesi güne hazır olmak için uykuya dalıyoruz. Ama kısacık yolculuklarımızdaki gibi zamanı son kırıntısına kadar değerlendirme telaşı yaşamadan, hovardaca tüketerek. İşin acı gerçeği, her gün hayat sermayemizden bir parça geriye dönmemek üzere yok oluyor. Üstelik dönüş tarihimizi de bilmiyoruz. Bu yolculukta daha büyük, daha genel ve kapsamlı bir programa ihtiyacımız olmalı; eksileni fazlasıyla yerine koymak için. Çünkü biliyoruz ki bu uzun yolun sonunda bütün birikimler tükenecek. Sonuçta zahmetlerle yorgun, sermayeyi tüketmiş, hatta zarara girmiş bir müflis gibi eller boş, gönülde de pişmanlığın ağırlığı ile dönmek var; bir de yorgunluğu unutturan huzurun kollarında, elimiz dolu, gönlümüz sevinçle hafif… Hangisi olacağını bilemiyoruz. Çünkü o çok kıymetli son nefesin ne zaman, nerede ve nasıl olacağı bizce malum değil.

Hayatın bir yolculuğa, insanın da yolcuya benzetilmesi yaygın bir benzetmedir. İnsan-yolcu metaforuna; Kur’ân-ı Kerîm başta olmak üzere, hadislerden, diğer sûfî veya sûfî olmayan şairlerimizin şiirlerinden çok sayıda örnek vermek mümkün. Kur’ân-ı Kerîm’in daha ilk suresinde bizi doğru yola hidayet eylemesi, doğru yoldan ayırmaması için Allah’a niyaz ediyoruz. Her gün beş vakit, tekrar tekrar… Birer yolcu olduğumuzu biliyoruz ancak yolculuğun bitişi, son durak konusuna değinmek bizi rahatsız ediyor.  

İnsan aklıyla ve bilgisiyle diğer canlılardan üstündür. Ama kendisi ile ilgili en önemli konularda bilgisi yetmeyen aciz bir canlı, çaresiz bir fani olmaktan ileriye gidemiyor. Bu son nefesin ertelenmesini, hiç gelmemesini de sağlayamıyor. Bu görüş açısından yüzeysel bakışla, Mevlânâ’nın deyişiyle boyu hamur teknesini geçmeyen insan çok zavallı görünüyor. Ama Kur’an ve hadis perspektifiyle bakınca da eşref-i mahlûkat olan, yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratılan, Cenab-ı Hak yanında “kerremnâ” olmanın, yüceltilmenin de tek muhatabı.

Böyle düşünmek insanı rahatlatıyor. Allah kelamını okumaya devam ediyoruz, yolculukla ilgili iki son durak belirtildiğini görüyoruz: A’lâ-yı illiyyîn veya esfel-i sâfilîn. Buradan ve diğer ayetlerden bir iyi, bir de kötü haber çıkarıyoruz. Önce kötü haber; insan hayvanlardan daha aşağıya, şeytanla aynı derekeye düşebilir. İyi haberse; insan suret-i Rahman’dır, ilk atasına melekler secde etmiş, en seçkin insan, Peygamberimiz Habîbullah nişanı ile taltif edilmiş, yaratıcısına başka hiçbir varlığın yaklaşamadığı kadar yaklaşmanın üstünlüğünü, miracın yüceliğini tatmıştır. Sonuçta; insan ya Allah’a ya da şeytana yaklaşmaya yol alıyor. İkisine de kabiliyetli. Çünkü karışımında hem insanı yaratıcısına bağlamak isteyen akıl, hem de insanı yaratıcısından koparıp dünyaya bağlamak isteyen nefis var. Su ve topraktan oluşan beden evinde bu ikisi sürekli mücadelede… Hangisi kazanırsa insanın yol planını da o çizecek. Sonunda kâr mı elde edecek, zarara mı girecek; kazanan tayin edecek. İşte bu yüzden misafirhaneye benzetilen dünya aslında bir sınav salonu, hayat yolculuğu sınav, yolcusu da kulluk liyakati ölçülen insandır.

İster yolculuk olsun ister sınav, insana düşen; hazırlık yapmak, başarmak için çaba sarf etmek, sınırlı zamanı iyi değerlendirmektir. Zira dünyaya nerede, ne zaman, nasıl geleceğimiz ya da dünyayı nerede, ne zaman ve nasıl terk edeceğimizi bilmesek de yolculuğumuzun sonucunu tayin etmek, iyi veya kötü son için tercih yapma hakkımız var. O hâlde tedbirli olmak gerekiyor. Günümüzün gençleri lise veya üniversite giriş sınavları için nasıl hırsla, başka her tür amacı hayatından uzaklaştırarak çalışıyor, gece gündüz sınavı bir an aklından çıkarmıyorsa; insanın da sonunda, sonsuzluğunun niteliğini tayin eden sınava aynı şekilde çalışması gerekmez mi? Sonra hep tenkit ediyoruz, üç saatlik sınavla insanların geleceği belirleniyor diye… Ama dünya sınavında bize geniş zamanlar veriliyor.                   

Dinî, tasavvufî, fikrî ve edebî birçok eser bu anlatılanlardan bize haber verir. Anlatılanlar genel itibarıyla aynıdır. Ancak bu gerçeklerin dile getirilişi, verilen örnekler, yapılan benzetmeler her eserde farklı bir çeşniye sahiptir. Mevlânâ’nın Mesnevî-i Ma‘nevî’si; bu eserler arasında sekiz asırdır tazeliğini korumasıyla güncelliği, Anadolu sınırlarını aşarak dünyaya ulaşan sesiyle de evrenselliği yakalayan; kutup yıldızı benzetmelerine layık, seçkin bir şaheserdir. Şiiri, güçlü bir eğitim aracı olarak gören Mevlânâ sanat yapma arzusuyla değil, öğüt verme amacıyla yazmıştır. Mevlânâ amacını açıklar:

Bunu masal sanma, bizim hâlimizdir, insanların hikâyesidir.

Bizden sonra, Mesnevî şeyhlik edecek ve ara­yanlara doğru yolu gösterecek; onları yönetecek ve onlara önderlik edecektir.

Mesnevî’nin Mevlânâ’nın eliyle bizzat yazdığı ilk on sekiz beytinin ayrı bir önemi vardır. Bu girişte sazlığından koparılarak vatanından uzağa, gurbete düşen neyin feryatları dile gelir. Mesnevî şârihleri birçok görüş ileri sürse de hepsinin buluştuğu ortak nokta bu beyitlerde ayrılık acısıyla inleyen ney, aslından kopup dünya gurbetine gönderilen insandır. Nitekim Mevlânâ da Ney, kanla dolu olan yoldan bahsetmekte, Mecnun aşkının kıssalarını söylemektedir (13) der. Vatanına duyduğu hasretle yanan garip insan da Bizim gamımızdan günler, vakitsiz bir hale geldi; günler yanışlarla yoldaş oldu (15) mısraında yerini bulur.

Mesnevî’nin tamamında dünya hayatı-yol, insan-yolcu metaforları çok sayıda örnekle ve çok zengin bakış açılarıyla ele alınır. Mesnevî’nin yalnızca ilk cildini bu gözle taradığımız zaman, Mevlânâ’nın yol aramak, yol göstermek, yol bilmek, yola düşmek, yol hazırlığı yapmak, yoldaş seçmek, rehber edinmek, kılavuzun yolundan ayrılmamak, yolun kaybedilmesi, şaşırılması, bağlanması, kapanması, kesilmesi ya da açılması yanında aynı yol, kurtuluş yolu ve aydın yol karşılığında ifadeler kullanması dikkati çeker. Bu tespitlerden bir kısmını aşağıda belirtiyoruz: 

Öncelikle yolcunun tanımı yapılmalıdır. Mevlânâ; Mesnevî’yi yolculara rehber olsun diye yazmıştır, o yüzden eserin tamamında yolcuların özelliklerini verir. Bu büyük yolculuğun yolcuları; insan olma şuuruna ulaşmak, Allah’a yaklaşmak, temiz gönüller arasına karışmak, aslını aramak, fânî canını ebedîliğe kavuşturmak isteyen herkestir.

Hedef

Varılacak hedef, gidilecek yol bilinmelidir. Bu yol bedenle değil, ruhla varılacak bir yoldur. Amaç ruhun beden kafesinden kurtulması (1540–1544), su ve çamur bataklığından yükselmesi (1345–1346), cânın cânâna kavuşması (3906), cüz olmaktan kurtulup külle ulaşmaktır (875).  Yol da nebilerin ve velilerin yürüdüğü iman ve itaat yolu, dünyayı terk edip ukbâyı kazanma yoludur: Ey ulu kişi! Nebilerin ve velilerin yolunda çalış! Bir kimse iman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kâfirim! Dünyayı arayan kimse olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbayı arayansa kendine iyi bir hâl aramış oldu. (975, 977, 979)

Zaman

Yolculuğa çıkılacak zaman da önemlidir. Sevgiliye kavuşma yolunda ise kaybedecek bir an bile yoktur, karar verilince yolculuk başlar: Ey yoldaş, ey arkadaş! Sûfî, vaktin oğludur. “Yarın” demek yol şartlarından değildir. (133)

Ümit

Yola çıkan insana yolda kullanmak için teçhizat, azık, su gerekir. Bu ihtiyaçlardan en önemlisi ümit azığıdır. İnsan başaracağına inanır ve bu inançla hareket ederse, tüm yollar aşılır: Ümitsizlik diyarına gitme, ümitler var. Karanlığa varma güneşler var. (724) İnsan yolda sağlığını, parasını, arkadaşını kaybedebilir ama asla ümidini kaybetmemelidir: Fakat aslanlığına dayanma, güvenme. Ümit ağacının gölgesine sığın! (2960)

Bilgi

Ümit yanında çok önemli bir azık da bilgidir. Ancak bu, kesin bilgi olmalıdır; kıyaslar veya zanlarla yola çıkan kaybolur, hakikat yerine hayal peşinde koşar. (264, 3404–3406) Ya da çocuklar gibi ellerinde tahta kılıç, altlarında Burak sandıkları sopa ile bir yere varmadan beyhude koştururlar. (3436–3437) Bilgiye sahip olup da gönlünde, hayatında o bilgiye yer vermeyenler de bilgiyi yük gibi taşırlar. Ama gönlünde gerçek bilgiye sahip olanlar ilmin rahvan atıyla yol alırlar: Siz çocuklar gibi eteğinize binmişsiniz… Ata binmiş gibi eteğinizin ucunu tutmuşsunuz! Allah’tan “Şüphe yok ki zan fayda vermez” hükmü gelmiştir. Zan bineği nereden göklere koşacak? Vehmi, fikri, duyguyu, anlayışları sopa gibi çocuk atı bil! Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır. Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür. Gönle vuran, adamı gönül ehli yapan ilim; insana fayda verir. Yalnız tene tesir eden, insana mal olmayan ilim yükten ibarettir. Cenab-ı Hak “Tevrat’ı bilip onunla amel etmeyen kitap taşıyan eşeğe benzer” dedi. Allah’tan olmayan bilgi yüktür. Allah’tan vasıtasız olarak verilmeyen ilim, gelini süsleyen kadının ona sürdüğü renk gibi diri kalmaz, uçup gider. Fakat bu yükü iyi çekersen yükünü alırlar, rahat ettirirler. Heva ve heves uğrunda o bilgi yükünü taşıma ki içindeki ilim ambarını göresin. İlmin rahvan atına bindikten sonra sırtından yükü alırlar. (3440–3452)

Eksik bilgi ile yola çıkanlar, yolu bulmakta güçlük çeker, yanlış yollara sapar: Ey daima dileğimize penah olan Allahım! Biz bu sefer de yolu yanıldık. (59) Bazen daha önce gittiğimiz yeri bulmakta bile zorlanabiliriz. Bu yüzden yapılması gereken; her yolculukta, yolu ve gidilecek yeri iyi bilen, doğru yolu gösterip, yoldaki tehlikelere karşı bizi ikaz eden bir kılavuzun (rehber, delîl, mürşit, pîr, şeyh) görüş ve bilgisine güvenmek, onun peşinden ayrılmamaktır: Pîri bul ki bu yolculuk, pîrsiz pek tehlikeli, pek korkuludur, âfetlerle doludur. Bildiğin ve defalarca gittiğin yolda bile kılavuz olmazsa şaşırırsın. Kendine gel! Hiç görmediğin o yola yalnız gitme, sakın rehberin ardından ayrılma! (2943–2945) Bu yolda delîl olmaksızın yürüme, Hz. İbrahim gibi; “Ben batanları sevmem” de!  Yürü, gölgeden bir güneş bul. Şah Şems-i Tebrîzî’nin eteğine yapış! (426–427)

Rehber

İnsan mutlaka Allah’a kul ve halife olmuş, ölmeden önce ölmüş, ebedî diriliği kazanmış bir er bulmalı, onun izinden ayrılmamalıdır. (423–424) Bu uzun yolun sonuna sağ salim ulaşmayı bilen bu seçkin rehberler, peygamber ve velilerdir (1003, 975): Hiç kimsenin rivayetlerle, masallarla yoldan ayıramayacağı akıllı bir kişinin gölgesine gir. Yeryüzünde onun gölgesi Kaf dağı gibidir, ruhu da Simurg gibi çok yükseklerde uçmakta, yücelerde dolaşmakta. Kıyamete kadar onu övsem, söylesem tükenmez. Bu övüşe bir kesim, bir son arama. Güneş, insan suretiyle yüzünü örtmüştür, insan suretinde gizlenmiştir; artık sen anlayıver. Doğrusunu Allah daha iyi bilir. Ya Ali! Sen, Hak yolundaki bütün ibadetler içinde Hakk’a ulaşmış kişinin gölgesine sığınmayı seç. Herkes bir çeşit ibadete sarıldı, kendisi için bir türlü kurtulma çaresine yapıştı. Sen, akıllı bir kişinin gölgesine kaç ki gizli gizli savaşan düşmandan kurtulasın. Bu, senin için bütün ibadetlerden daha iyidir. Bu suretle yolda ilerlemiş olanların hepsini geçer, hepsinden ileri olursun. Bir pîr ele geçirdin mi hemen teslim ol; Mûsâ gibi Hızır’ın hükmüne girip yürü. (2961–2969)

Bu vasıflara sahip olgun bir rehber ve istekli yolcu ile yol kolaydır: Şeyh, kâmildi, talibin de tam bir isteği vardı. Yolcu çevikti, at da kapıdaydı. (1444) Yol bilen pîrin ahvalini yaz; pîri seç, onu yolun tâ kendisi bil. (2938) Ama rehber yoksa yolcular kaybolur: Ey nobran! Pîrin gölgesi olmazsa gulyabani sesi, seni sersemleştirir, yolunu şaşırtır. Gulyabani, sana zarar verir, yolundan alıkoyar. Bu yolda senden üstün nice kişiler kaybolup gittiler. Yolcuların yollarını şaşırdıklarını, kötü ruhlu iblisin onlara neler yaptığını Kuran’dan işit! Onları ana yoldan yüz binlerce yıl uzak olan yola götürdü, felakete uğrattı, çırılçıplak bıraktı. (2946–2949)

İnsan yalnızca kendi aklına ve bilgisine güvenerek rehbersiz yola çıkarsa, yolculuğun gerçek amacına ulaşamaz. Onun cüz’î aklını küllî akla bağlayacak gerçek bilgi sahibi bir rehbere ihtiyacı vardır (3220–3225): Akılda kemale ermekle Allah’a varılmaz. Padişahın fazl u ihsanı aczini bilen kişiden başkasını kabul etmez. (532) Senin aklın deveciye benzer, sen de devesin, Akıl, seni, ister istemez hükmünce çekip durmaktadır. Veliler, akılların aklıdır. Akıllar da ta en sonuncusuna kadar develere benzer. Onlara ibretle bak: bir kılavuz, yüz binlerce can! (2497–2499)

Aşk

Bu yolda akıl yetersizdir, ama aşk da sağlam bir rehber olur: Âşıklık, ister o cihetten olsun, ister bu cihetten… Akıbet bizim için o tarafa kılavuzdur. (111) Toprak beden, aşkla göklere çıktı; dağ oynamaya başladı, çevikleşti. (25) Kimin aşka meyli yoksa o kanatsız bir kuş gibidir, vah ona! Sevgilimin nuru önde, artta olmadıkça ben nasıl önü, sonu idrak edebilirim? (31–32) Aşkla aydınlanan bu yolda, gönül ateşiyle gözyaşını kendisine azık edinen insan amacına er geç ulaşır. (1635–1637) Çünkü aşk ve aşkla saflaşmış gönül, Hz. Musa’nın asası veya Hz. Süleyman’ın mührü gibi güçlüdür ve bedenin bütün cüzlerini külliyata sevk eder (3565–3582): Sevgi, acıları tatlıya çeker, tatlılaştırır. Çünkü sevgilerin aslı, doğru yola götürmedir. (2580)

Terk

Bu çetin yolun bir diğer önemli şartı da “terk”tir. Ukba için dünya (980–983), cânân için can, bekâ için fenâ, mânâ için madde veya suret (710–714) terk edilmezse amaca ulaşılmaz: Adamın bir gün evine varabilmesi için birçok konakları terk etmesi lâzımdır. (3260) Bu yüzden varlık terk edilir, yokluk seçilir: Bu hissin sağlığı, vücut sağlamlığındandır, o hissin sağlığı vücudu harap etmektedir. Can yolu, mutlaka cismi viran eder, onu yıktıktan sonra da yapar. Ne mutludur ve ne kutludur o can ki mânâ aşkıyla evini, barkını, mülkünü, malını bağışlamıştır. Altın definesi için evi harap etmiştir; fakat o altın definesini elde ettikten sonra o evi daha mamur bir hale getirmiştir. Suyu kesmiş, suyun aktığı yolu temizlemiş, ondan sonra arka içilecek su akıtmıştır. Deriyi yarmış, temreni çıkarmış… Ondan sonra orada yepyeni bir deri bitmiştir. (305–309)

Yokluğa razı olmayıp, kendi varlığında kalmaya direnenler dünya zindanından kurtulamaz: Nur istersen nura istidat kazan; Cenab-ı Hak’tan uzaklık istersen kendini gör, uzaklaş! Yok, eğer bu harap zindandan kurtulmaya bir yol istersen sevgiliden baş çekme, secde et de yaklaş! (3606–3607)

Kurtuluş yolunu bulanlar, yokluğu seçenlerdir: Ben; pılımı pırtımı yoldan kaldırdım, Allah’tan gayrısını yok bildim. (3791) Varlıklarından kurtulmuş olanlara felek de secde eder, güneş de ay da. Vücudunda nefsi ölen kişinin fermanına güneş de tâbidir bulut da. (3003–3004) Zira: Deniz suyu, ölüyü başında taşır. Fakat denize düşen adam diri olursa nerede kurtulacak? Sen de eğer beşeriyet vasıflarından öldünse hakikat sırları denizi, seni başının üstüne kor. (2842–2843)

Edep

Her yolcunun elinden tutan bir diğer yardım da edeptir. Her şey terk edilir ama edep değil: Edepten dolayı bu felek nura gark olmuştur. Yine edepten dolayı melekler masum ve tertemiz olmuşlardır. Güneşin tutulması, küstahlık yüzündendir. Bir melek olan Azâzîl (İblîs) de yine küstahlık yüzünden kapıdan sürülmüştür. (91–92)

Gayret

Yolun şartlarından biri de gayrettir, çalışmadır. Mevlânâ sebeplere riayet etmeden tevekkül etmeye karşıdır. Bu sebeple insan, ulaşacağı hedefin büyüklüğü nispetinde gayret göstermelidir: Mademki bu yolda ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını neye sardın? Çalışma yolunda ayağı kırılana derhal Burak geldi, ona bindi. Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi. (1072–1074) Bu yolda yolun, tırmalan, son nefese kadar bir an bile boş durma! Olabilir ki son nefeste bir dem inayete erişirsin. O inayet, seni sırdaş eder. (1822–1823)

Mevlânâ, Hakîm Senâî’nin yola dair iki beytini şerh eder. Bu beyitler şunlardır: Seni yoldan alıkoyan şey ister küfür sözü olsun ister iman… Seni dosttan uzak düşüren nakış ister çirkin olsun ister güzel… İkisi de birdir. (1762-başlık) ve Can elinde cihan göklerine iş buyuran gökler var. Can yolunda nice inişler, nice yokuşlar, nice yüksek dağlar ve denizler var. (2035-başlık) Her iki beyitte de her insanın yapması gereken bu yolculukta önüne çıkacak engeller ve sarp geçitlerle dolu yolun zorluğu anlatılır. Yol, düz değildir. Tuzakları, geçitleri vardır, (375–376, 1060) insanı yolundan alıkoymak isteyen haramilerle doludur. Bu geçitlerden biri şeytanın da yolunu şaşırtmış olan kıskançlıktır:  Haset, yolda gırtlağına sarılırsa… Bil ki İblîs’in tuğyanı hasettedir. Çünkü o, haset yüzünden Âdem’den arlandı… Kutlulukla haset yüzünden savaşır. Yolda bundan daha güç geçit yoktur. Ne kutludur o kişi ki yoldaşı, haset değildir. (429–431) İnsanı doğru yoldan ayıran bir engel de öfkedir: Hiddet ve şehvet insanı şaşı yapar, ruhu doğruluktan ayırır. (333) Bir diğeri ise yine şeytanın huyu olan kibirdir: Kibir ve kâfirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile! Cenab-ı Hak; “Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler” dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil. “Önlerine, artlarına mânialar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük” buyurdu. Fakat bu hale uğrayan, önündeki, ardındaki mâniaya görmez. (3241–3243) Kibri bırakıp alçakgönüllülüğe sarılanın yolu ise açıktır: Kim, kendi noksanını görüp anlarsa yedeğinde dokuz at olduğu halde tekemmül yolunda koşar. Kendisini kâmil sanan, ululuk sahibi yüce Allah’ın yolunda uçamaz. (3212–3213)

İnsanın yoluna her an çıkıp, ona engel olmak isteyen en büyük harâmî, nefsidir: Bütün putların anası, nefsinizin putudur. Put, bir testide gizli kara sudur. Nefsi, muhakkak olarak o kara suya pınar bil. Put yapan nefis, anayolda bir pınardır. Bir taş parçası yüz testiyi kırar ama pınar suyu durmadan kaynar. Putu kırmak gayet kolaydır. Fakat nefsi kolay görmek cahilliktir. Ey oğul, nefsin benzerini istersen yedi kapılı cehennemin kıssasını oku! Nefsin her anda hilesi var, her hilesinde yüzlerce Firavun, Firavun’a uyanlarla boğulmuş! Musa’nın Tanrısına ve Musa’ya kaç; Firavunluk ederek iman suyunu dökme! Ahad ve Ahmed’e yapış, ey kardeş, ten Ebucehl’inden kurtul! (772, 775–782)

İnsanın ana yoluna dikilen nefis, en güç geçittir. İnsan nefis ejderhasını yenmezse, ona köle olur; bu da dibi görünmeyen bir kuyuya çıkmamacasına düşmektir. (3815–3819) Bu yüzden can, bu yolda düşmanın hilesinden korunmak için Hakk’ı gözleyen bir bekçi gibi uyanık olmalıdır, yoksa insan bu düşmanın korkusundan yolunu da kaybeder, gücünü de. (410–412) Yine de bazen insanın ayağı sürçer, ilk atası gibi hataya düşer, nefse aldanıp günaha yönelir. Ama başı derde girince aklı başına gelir: Sana günahın çirkinliği görünür; iyileşince yola geleyim diye niyet edersin. Bundan sonra kulluktan başka bir iş ihtiyar etmeyeyim diye yemin edersin. Şu hâlde bu yakînen anlaşıldı ki hastalık sana akıllılık, bahşediyor. Ey asıl arayan kimse! Şu aslı bil ki kimde dert varsa o, koku almış, dermana ermiştir. Kim daha ziyade uyanıksa o daha ziyade dertlidir. Kim işi daha iyi anlamışsa onun benzi daha sarıdır. (625–629) Şu hâlde dertler, belalar, musibetler insanı doğru yola ileten, insanın nefsinden uzaklaşıp, Allah’a yaklaşmasını sağlayan sebeplerdir.     

Nefis çok aldatıcıdır. Yanlış yolu insana cazip gösterir: Adam; çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. Neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı! Ey yüzlerce razılıkla sefere düşen ve bizzat kendi ayağı ile kötü bir kazaya giden! Hayalinde mülk, şeref ve ululuk. Fakat Azrail; “Git, evet, muradına erişirsin” demekte! (190–194) Nefsin bu hilesi yolda görülen seraplar gibidir. Ancak yanına gidince sahteliği anlaşılır: Susuz kimseye seraptan zevk gelir, fakat ona erişince kaçar ve yine su arar. Müflisler kalp altından hoşlanırlarsa da o altın darphanede rüsva olur. Dikkat et; altın suyu ile boyanan seni yoldan alıkoymasın! Dikkat et; bâtıl hayal seni kuyuya düşürmesin! (896–898)

Nefis hayvanîdir, alçaktır; dolayısıyla alçaklığa dost, yüceliğe düşmandır. Nefsinin esiri olan, köpekler gibi hakir olmayı seçmiştir, artık aslanların koştuğu yolda koşamaz. (2875) Ya da nefis eşeğe benzetilir: Eşeğin başını çek, onu yola sok, doğru yolu bilen ve görenlerin yoluna sür. Onu boş bırakma, yularını tut; çünkü o, yeşilliğe gitmeği sever. Gaflet edip de bir an boş bıraktın mı çayırlara doğru fersahlarca yol alır. Eşek yol düşmanıdır, yeşillik görünce sarhoş olur. Onun yüzünden nice ona kul olanlar telef olup gitmişlerdir. Eğer yol bilmezsen eşeğin dileğine aykırı hareket et; doğru yol, o aykırı yoldur. (2951–2955)

İnsanın yoluna dikilen maniler hep kendinden kaynaklanır. Bunlardan biri de kadercilik anlayışıdır. Cüz’î iradeyi ve sorumluluğu reddeden insan kendi yolunu kendisi keser: Senin cebrîliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergâhı görmedikçe uykuya dalma! Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur? (940, 943)

Ama insan kılavuzu eşliğinde, bilginin ve aşkın kanatlarında yol alır, bütün engelleri birer birer aşarsa, hayallerinin ötesine ulaşır: Birisi, ekmek almak için ekmekçi dükkânına koştu, fakat ekmekçinin güzelliğini görünce canını verdi. Birisi, gezip eğlenmek üzere gül bahçesine gitti, bahçıvanın yüzü teferrüç yeri oldu. Kuyudan su çekerken Yusuf’un yüzünden âb-ı hayat içen bedevî gibi… Musa ateş elde etmek için gitti, öyle bir ateş gördü ki ateşten vazgeçti. İsa düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış, onu dördüncü kat göğe kadar çıkardı. (2785–2789)

Yolun sonunda varılacak yere hediye götürmek şarttır, eli boş gidilmez: Ey ulu kişi! Dostları görmeye eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmeye benzer. Yüce Allah mahşer günü, halka “Kıyamet günü için armağanın nerede? Bize yapayalnız, azıksız, âdeta sizi yarattığımız gibi geldiniz. Kendinize gelin! Kıyamet günü için ne hediyeniz var? Ne getirdiniz? Yoksa tekrar dönüp geleceğinizi ummuyor muydunuz, size bugünün vadesi batıl mı göründü ki?” der. Ona konuk olacağımızı inkâr ediyorsan bu mutfaktan ancak toprak ve kül alabilirsin. İnkâr etmiyorsan niçin böyle elin boş? O sevgilinin kapısına böyle nasıl ayak atacaksın? Yemeyi, uyumayı biraz azalt da onunla görüşmek için bir armağan götür. Geceleri az uyuyanlardan seher çağlarında istiğfar edenlerden ol. (3171–3179)

Mevlânâ hediyenin gereğini bu sözlerle açıkladıktan sonra bir de hikâye anlatır: Hz. Yusuf’un bir arkadaşı yolculuktan döner. Yolculuktan dönenlerin hediye getirmesi âdettir ya Hz. Yusuf sorar: “Bana hediye getirdin mi?” Arkadaşı cevap verir: “Sen Mısır’ın sultanısın. Senin neye ihtiyacın olabilir diye çok düşündüm. Sana getirmek için ne kadar armağan aradıysam hiçbir şeyi beğenmedim, sana lâyık görmedim. Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var? Ya da okyanusa su? Sana gönlümü veya canımı bile getirsem Kirman’a kimyon götürmek gibi olur. Ama sen o kadar güzelsin ki senden daha güzel birisi yoktur dedim ve sana bir ayna getirmeyi uygun gördüm. Ey gözümün nuru, ey güneş gibi gökyüzünün ışığı olan güzel! Ona baktıkça kendi güzel yüzünü görürsün, yüzünü gördükçe de beni hatırlarsın” der. (3192–3200)

Mevlânâ izah eder; Cenâb-ı Hakk’ın da her şeyi vardır, hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. İnsan kul olarak; Allah’ın huzuruna, kendisini görmesi için parlak bir ayna, yani temiz bir gönül götürmelidir. Gerçekten de Allah; görünüşlerinize, mallarınıza bakmaz; fakat ancak gönüllerinize, amellerinize, yaptığınız işlere bakar hadisinde de bildirildiği gibi insandaki gönül, âdeta Cenâb-ı Hakk’ın kendisini görmek için baktığı bir aynadır.

Sonuçta bir rehber sıfatıyla Mevlânâ’nın günlük hayatla bağdaştırarak verdiği yol ve yolcu metaforları, insanlar için önemli ikazlar içerir. Bu yol, dünya hayatı olarak da ele alınabilir, sûfî gelenek olarak da. Her şekilde her insan bu bilgilere ihtiyaç duyar. Mevlânâ’nın yol tercihine dair sözleriyle noktalayalım: 

Bizim duygumuzdan gizli olan bir yoldan gökyüzündeki güneşe nice yollar var. Bir yol var; yakut, o yolla güneşten gıdalanır… Bir yol var; o yolla ve güneşin tesiriyle yakut olur. Bir yol var, güneş o yolla lâli kızıllaştırır. Bir yol var, o yolla nala kıvılcım saçma hassasını verir. Bir yol var, güneş o yolda meyveleri oldurur… Bir yol var, o yolla korkaklara yürek verir. (3779–3783)

1 Yorum

Lütfiye Batum 19 Eylül 2023 - 10:31

Çok şükür kalplerimiz şenlendi, ruhlarımız yıkandı….gönlünüze kaleminize sağlık, varolun, sevgiyle🙏🙏🙏❤️

Cevapla

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam