İnsan okuyucusuna hakaret eder mi hiç? Tabii ki hakaret değil. Bu aslında bir saptama. Bir gerçek. Nedense biz bunu hakaret için kullanır olmuşuz.
Nedense mi? Nedeni belli aslında. Hayvanları hep aşağılık değilse de bizim türümüzden seviye olarak aşağıda, aciz, pis, tehlikeli, makbul olmayan canlılar olarak görmüşüz. Cahilliğimizden tabii. Oysa biz de Animal Kingdom yani Hayvan Krallığının, üstelik en ergen üyelerinden biriyiz. Öyle ya börtü böcek solucan salyangoz 400-500 milyon yıl yaşında. Balık türleri, balinalar ha keza… Gergedanın ataları herhalde bir 200-250 milyon yıl geriye gider. Bugünkü hali bile 25 milyon yaşında. İlk at mesela 65 milyon yıl önce yaşamış. Bugünkü formuyla 5 milyon yıldır gezegende koşuyor. Kendinde hayasızca kafasına kürekle vurma hakkını gördüğün köpeğin soyu kurttan (Canis Lupus) geliyor ve en az 3,5 milyonluk bir geçmişin bilgisini taşıyor genlerinde. Suyunu mamasını kaldırıp attığın kedinin ataların (Felis Catus) izleri 5-6 milyon öncesinde bulunuyor.
Sen kim oluyorsun? 250-300 bin yıllık geçmişinle homo sapiens. Hem de son 150.000 yılda daha bir benzemişsin bugünkü haline. Fakat Homo denen türünün ataları da 3 milyondan pek geriye gitmiyor. Ve fakat o homo sapiens zannediyor ki bu gezegen onlar için kurulmuş hazırlanmış. 4,5 milyar! (milyar dedim dikkat et) yıldır, üzerinde çeşitli hayat formlarını barındırmış olan bu yuvarlak gök parçası, homo sapiens gelsin diye hazırlanmış milyar yıllardır.
Acilen buraya bir not düşeyim ki, benim sözüm ona hayvan sever falan olduğum zannedilmesin. Ben yavaş yavaş anlıyorum daha hayvanları. Sevdiğimi sanıyordum. Şimdi daha yeni anladığımı fark ediyorum. İnstagram’daki bir sohbette sevgili Zeynep Kalaycı hayvan sever tanımını söyle yapmıştı. “Sen hayvanı sevdiğini söyle tabii de hayvan seni severse gerçek hayvan sever olursun”. Demek ki biz memleket olarak pek hayvansever sınıfına girmiyoruz gibi geliyor bana. Neden mi? Bilgisizlikten. Ben o yüzden kendimi daha başlangıçta görüyorum.
Yıllar yılı bilgisizlikten, görgüsüzlükten ya da görmemişlikten birçok aptallık yapmışlığım var. SeaWorld’e gidip mesela yunuslarla, balinalarla yapılan gösterilere alkış tutmuşluğum var. “Bahçeli eve taşındık, e köpeğimiz de olsun” görgüsüzlüğüyle aldığım doğru dürüst bakamadığım, küçük bir alan tahsis edebildiğim, yeterli zamanı ayıramadığım, aradan geçen yıllarla alıştıkları hayatı tek hayat sanan iki Alman kurdum var. Onların günahı boynumda asılı kalır. “Baktım da besledim de vakit oldukça oynadım da” diye avutamam artık kendimi. Bir de Mocha’mız var. Onu bir arkadaşımın ricası üzerine bir veterinerden sahiplenmiştik. Ailenin bir ferdi o. Bir de atımız Lancelot, ki kendisi belki ırkı itibarıyla iletişim ve ilişki yönetiminde profesör seviyesindedir. Ve ben her gün bu hayvanlarla mesaisi olan hatta günümün olabildiğince çoğunu onlarla ya da onlarla ilgili çalışmaları okuyarak geçirmeme rağmen hala yeni aydınlandığımı hissediyorum.
Biz hayvanseverliği hayvanlara su vermek, mama vermek, fotoğraflarda bağrımıza bakmak falan sanıyoruz. O “garip”lere sahip çıktığımız için yüce falan oluyoruz. Gezegenin sahibi biziz ya. Onlar da mülteci gibi onlara acıyarak falan… Hadi oradan yahu.
Hayvanlarla ilgili bilinmesi gereken temel prensibin şu olduğuna inanıyorum. Biz onları beslemiyoruz. Onlar bizi besliyor! Çok net bu böyle. Egomuzu besliyor. Ruhumuzu besliyor. Travmalarımızı onarıyor. Evde yalnız olmadığımızı hissettiriyor. Gelip sokulduğunda, yaladığında karşılıksız sevilmiş, sözümüzü dinlediğinde adam yerine konmuş, öfkelendiğimizde sindiğinde gücümüzü göstermiş, sinmediğinde öfkemizi çıkarmış, kaçıp ya da melek olup gittiğinde terk edilmiş hissettiriyor. Evinde hayvan besleyenler o hayvana değil, ya da sadece ona değil asıl kendilerine iyilik yapıyorlar. Bu imkânı olmayan ya da bu hazzı tatma şansı olmayanlarsa yüzeysel bir bakışla hakir görüyorlar hayvanları.
Oysa hayvanlarla yaşama, hayat paylaşma, sokak paylaşma, pencere önü paylaşma şansı olanlar hayvanların aptal, beyinsiz, kalpsiz, duygusuz olmadığını anlıyor. Çok yakın ilişkide olanlar hayvanların yapabildiklerine hayret ediyorlar. Nasıl öğrendiklerini görebiliyorlar. Bizden farklı olabilirler, farklı öğrenebilirler ama öğrenebiliyorlar, kendilerini geliştirebiliyorlar. Üstelik zam, terfi, business class bilet beklentisi olmadan. Tek istedikleri sevgi dolu bir ilişki kurmak. Bir yere, birine ait olmak. Tıpkı bizim gibi. Tüm hayvanlar gibi.
Sonra homo sapiens’i diğer canlılardan ayıran prefrontal cortexmiş de o yüzden konuşurmuşuz, analiz yaparmışız da o yüzden ekrana elimizi sürünce değişen cihazlar yapmışız da eh işte ondan daha üstünmüşüz de futuristik olup geleceği bile design edermişiz de… Yani etrafınıza bir bakın. Etrafınızdaki tüm homo sapiensler böyle mi? Yani sırf beynimizde prefrontal cortex olduğundan dolayı hepimiz aynı mıyız? Gelişmişi var, gelişmemişi var arkadaş. Sokakta samuray kılıcıyla kadın kesenin beyni var da yangında yavrularını arayan kedinin, hayat arkadaşı ölünce mezar başından ayrılmayan köpeğin yok öyle mi? Fırsat verilse, başka imkânları olsa daha nerelere gelecek beyinler var. Tıpkı hayvanlar gibi. Onlardan öğrenebileceklerimiz, onlara öğretebileceklerimizden fazla belki de…
İlk öğreneceğimiz şu:
Sizin köpeğiniz, kediniz, atınız, kuşunuz yok. Şanslıysanız siz onun insanı olabilirsiniz.
1 Yorum
Ne kadar doru yazmışsınız, yürekten katılıyorum🙏❤️