Kutsal Topraklara ve Hilal’in Şehrine Yolculuk: Ida Pfeiffer – Doğu’ya Seyahat

Hatice Mert Yunak
7 dakika
-+=

Kitap İnceleme: Ida Pfeiffer – Doğu’ya Seyahat

Sabaha karşı saat üç. Boğazın soğuk sularında ipek çarşaf üzerindeki minik bir damla gibi sessizce ilerler Ida Pfeiffer’ın gemisi. Henüz uyanmamış, alacakaranlık kabuğundan çıkmamış şehrin rıhtımlarından birisine yanaşır. Aylardır ayak basmayı sabırsızlıkla beklediği Konstantinopolis’in hayranlık uyandıran silüetinden bir an bile ayıramaz gözlerini. Güneş ışınlarının teker teker aydınlığa çıkardığı ince zarif minareleri, heybetli camileri,ahşap konakları, gökyüzüne değecek hissi veren uzun servi ormanları gördükçe, Avrupa’da adından bahsettiren muhteşem şehir İstanbul’a hayranlığı artar.

Ida Pfeiffer 1797’de Avusturya’da doğmuş, altı erkek kardeş arasında büyüyen tek kız çocuktur. Büyüdüğü ortamın da etkisi ve babasının desteğiyle Ida ayakları yere basan, fakat aynı zamanda hırçın ve sert bir  karaktere bürünmüştür. Çocukluğundan itibaren yakınlarının onda gördüğü en göze çarpan özelliği kararlı ve inatçı duruşudur.

Zengin bir tüccar olan babasının çoğu zaman aşırıya giden tek öğün yemek metodu, her ne kadar çocukluğunda bütün kardeşleri gibi kendisini etkilemiş olsa da hayatının ileri dönemlerinde yaptığı zorlu yolculuklarda sağlam bir şekilde ayakta kalabilmesini sağlamıştır. O yaşlarda öğrenmek zorunda kaldığı acıya, açlığa katlanmak, kayıtsızlık ve cesaret Ida’nın hayatının amacı olan seyahatlerinin en büyük dayanakları olmuştur.

Avusturya-Fransa Savaşı sonrasında Fransa’nın galip gelmesinin ardından bir gün Napolyon Ida’nın bulunduğu şehre, Viyana’ya gelir. Henüz o yaşlarda ülkesinin ve şehrinin düşüşünü görmek küçük bir çocuk olmasına rağmen Ida’yı derinden etkiler. Napolyon Viyana’ya gelir, halk onu selamlamak için meydanlarda toplanmaya başlar. Kendi topraklarını fetheden bir komutanı asla selamlamayacağını belirtir fakat sert mizaçlı annesi tarafından törene gitmeye mecbur bırakılır. Ve Napolyon’un halkın arasından gururla geçişini izlemek yerine sırtını dönmeyi tercih ederek onu selamlamayı reddeder. Sert ve iflah olmaz azimli karakteri, konforsuz şartlara karşı dayanıklılığı sayesinde Ida Pfeiffer, on dokuzuncu yüzyılın başlarında iki dünya turu yapan ve birçok ülkeye seyahat eden ilk kadın seyyah olma ünvanını kazanır.

Dinine ve kültürüne oldukça bağlı katolik bir bayan olarak gerçekleştirmeyi uzun zamandır hayal ettiği bir hedefi vardı Ida’nın, kutsal topraklara giderek Kudüs’ü ziyaret etmek. Hiç vakit kaybetmeden yıllardır yaptığı mütevazı birikimiyle Viyana’dan bir gemiye binerek Tuna Nehri boyunca ilerleyecek, önce İstanbul’a ardından Beyrut’a ve son olarak asıl şehir Kudüs’e varacak olan seyahati başlar. Ida,  akraba ve arkadaşlarının tepkileri ve önleme çabalarından kurtulmak amacıyla, sadece Hilal’in şehrine, Osmanlı’nın başkenti Konstantinopolis’e bir seyahate çıktığını açıklar.

Ida’nın Doğuya yolculuğu İstanbul, Kudüs, Beyrut ve Mısır olarak üç önemli şehrin çatısı altında gerçekleşiyor. Elbette kendisi için sabırsızlıkla ziyaret etmek istediği şehir Hz.İsa a.s’ın şehri Kudüstür. Not defterine gün gün yazdığı hatıralarına; yolculuk sırasında gözlemlediği her şehri, kasabayı, manzarayı ve kendi fikirlerini de ekleyen Ida, ileride bu seyahatlerinin bir kitapta toplanacağından ve kendisine büyük bir ün ve saygınlık kazandıracağından henüz habersizdir.

Tuna Nehri boyunca buharlı gemisinin uğradığı limanlardan, gemiye inip binen yolcuların hal ve tavırlarından, kaldığı kamarası ve geçtikleri bitki örtüsüne kadar hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan dikkatle ve ilgiyle tek tek not alır.

Uzun ve zahmetli bir Tuna Nehri yolculuğunun ardından İstanbul’a gireceği günü heyecanla bekler Ida. Fakat bazı aksaklıklar nedeniyle İstanbul Boğazı’na girişi sabaha karşı karanlık bir havaya rastlar. Saatler öncesinden soğuk havaya rağmen güvertede tek başına, hayatının bu ilk anını gözlerine kaydetmek ister ve uykusuz bir şekilde sisler içindeki İstanbul’un uyanmasını bekler.

Alaca karanlığın içinden her cılız ışığı tek tek seçerek dikkatle gözlemler. Tophane kıyısına yaklaştıkça fenerleri bile henüz uyanamamış küçük kayıkların hareketlerini, usul usul Boğaz’ın sularında sallanarak karşı kıyıya geçişlerini izler.

O anları öyle etkili ve coşkulu anlatır ki notlarında, okurken Ida’nın yanıbaşında güvertede dururuz bizler de. Tıpkı onun gibi kalın kabanımıza sarılarak yüzümüze çarpan zemheri esintisiyle irkilerek 1800lü yılların İstanbul’unu beraber izleriz. Ida o andaki heyecanını şöyle ifade ediyor, “Hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için gözlerimi bir an bile kırpmaktan korkuyordum.”

Birkac hafta İstanbul’da kalır ve semt semt gezerek oralardan aktarımlar yapar. Üsküdar’ı, karşı kıyıdan görünen devasa servi ağaçlarından oluşan bir cennet gibi tasvir eder. Müslüman bir topluluğun özellikle de bayanların yaşantısını dikkatle inceleyen Pfeiffer, müslüman bayanların oldukça sade giyindiklerinden, güler yüzlü olup, yanlarında köle oldukları anlaşılan diğer bayanlarla beraber oturup, yemek yediklerini, kölelere karşı kibar ve hoşgörülü olduklarının da altını çizerek önemli bir ayrıntı olarak aktarır.

Üsküdar’da bulunan büyük mezarlığın içinde bayanların ve bazı günler kadınlı erkekli ailelerin piknik yaptıklarını, servilerin gölgesi altında çoktan bu dünyadan göçmüşlerle yanyana huzur içinde oturmalarını sonra topluca ibadet edişlerini tasvir eder. Bütün bu gözlemlerinin bir Avrupalı olarak kendisini çok etkilediğini belirtmeden geçemez. Bayanların günlük hayatın içinde rahatça yer alıyor olması dikkatini çeker ve Avrupa’da kadına verilen değer ile Doğu’da kadınların sahip oldukları saygı, rahatlık ve huzuru birçok yerde karşılaştırarak kendi kültürüne karşı öz eleştiride bulunur.

Diğer birçok Avrupalı gibi sıkça duyup bizzat bulunmak istediği önemli mekanlardan birisi de mevlevihaneler ve postlarını serdikten sonra yeri öperek ritüellerine başlayan derviş gösterileridir. Bir gün Galata’da bulunan mevlevihaneye gider. Kadınların örtüleri ve düzgün dış kıyafetleriyle toplum içine rahatça karışmalarından övgülerle bahseder. Hatta kendisinin gayrimüslim olduğunu anlayan insanların ona yer vererek ön sıralara geçip daha rahat izlemesine olanak sağladıklarını aktarır ve yine doğu batı karşılaştırması yapmaktan kendisini alamaz. Bu noktada özellikle erkeklerin kadınlara gösterdiği hassasiyeti vurgulayarak Avrupalı toplumun henüz bu seviyeye gelemediğini de objektif bir sekilde ifade eder.

Ida ayrıca Cihangir, Beyoğlu, Kadıköy, Tophane, Sultanahmet gibi semtlerden edindiği notlarından da epeyce bahsediyor. Son olarak İstanbul’daki en can alıcı tecrübelerinden birinin de Abdülmecit’in cuma namazı törenine katılmasını anlatır. Tam bu sahneyi anlatırken bizler yine onun yanı başında bulunarak atının üstünde heybetiyle dimdik duran on dokuz yaşındaki bakımlı, parlak yüzlü ve sert mizaçlı Abdülmecit’i görürüz. Askeri kıyafetinin içerisinde yakasındaki büyük elmas broşuyla halkı selamlamasına ve halkın ona büyük bir sevgi ve saygı gösterisinde bulunuşuna beraber tanık oluruz.

Çeşitli sebeplerle İstanbul’da kalma süresi uzayan Pfeiffer nihayet haftalar sonra gemiye binerek kutsal hac yolculuğuna başlar. Ve imparatorluk şehrine şu satırlarıyla veda eder. “…kaybolan imparatorluk şehrine özlemle bakıyordum, ta ki sonunda giderek artan mesafeyle birleşen hafif bir karanlık her şeyi sanki bir örtüyle gizleyene ve sadece ara sıra bir minarenin tepesi bana son bir kez el sallayana kadar.”

Marmara Denizi’nden geçerken Gelibolu, Çanakkale, Truva, Bozcaada ve Ege’de İzmir, Kıbrıs, Kıbrıs edindiği gözlemlerine genişçe yer verir.

Gemisinin Suriye, Lübnan, Beyrut, Sayda gibi sahil şeridindeki şehirlerin limanlarına uğramasını fırsat bilen yazar gün içinde yaya olarak ziyaretler yapar. Sayda şehrinde Hz. İlyas’ın izini sürerek duyduğu güçlü manevi hissiyatı da notlarına aktarır.

Kaserya’da gemiden inerek Kudüs’e atlı ve yaya olarak devam etme kararı alan Ida ve arkadaşını geminin kaptanı vazgeçiremez. Buradan atlarla yola çıkan Ida, Hz. İsa’nın kokusunu duyabilmenin, ayak bastığı yerleri görebilmenin tutkusuyla kararlı bir şekilde ilerler. Kudüs’e varmadan birkaç saat önce mola verdikleri vadiyi görüyoruz kitapta. Üzerinde eski taş bir köprünün olduğu nehir kenarında mola verirler. Burasının Hz. Davud’un dev Golyat’la savaşırken kullandığı beş çakıl taşını aldığı yer oluşundan bahseder. Kitabın bu kısmı masalsı bir şekilde peygamberlerin izlerini süren manevi bir yolculuğa dönüşür.

“Nihayet Zeytindağı önümüzdeydi ve sonra Kudüs…” der ve bir sabah şafak sökerken Kudüs’e, Hz. İsa’nın kutsal beldesine ayak basar. Burada gördüğü her sokağı, evi, insanları, kiliseleri, hristiyan ve müslümanları ayrı ayrı tarif eder. Hatta kimi zaman burada bulunan  müslümanlarla İstanbul’da yaşayanlar arasında kıyaslamalar yapar. Buradakilerin daha sade giyindiklerinden, daha canlı ve  hristiyanlara karşı daha saygılı olduklarından bahseder. Özellikle Kubbetüs Sahra’yı titizlikle koruduklarını çünkü Türkler’in de -burada müslüman ve Türk’ü ortak kullanıyor- Hz. İsa’ya ve annesi Hz. Meryem’e hürmet ettiklerini vurgular.

“En güzel sabah üzerime doğuyordu,” dediği Kudüs’teki ilk gün sabırsızca Çile Yoluna gider yazar. Çarmıhın ağırlığı altında o uzun ve zorlu yolu yürüyen peygamberinin çektiği acıları düşünerek yerdeki eski, parlak taşlara basarak duygulanır. Ve Hz. İsa’nın acıya dayanamayarak durduğu her noktada mola vererek kalbinde derin hüznü yaşar. Hz. Meryem’in koşarak oğlunun yanına geldiği yeri, İsa peygamberin çarmıha gerilip ruhunun göğe yükseldiği kiliseyi ziyaret ederek, çıkmış olduğu bu yolculuğun hedefine ulaşmış olduğunu belirtir.

 Ida Pfeiffer’ın şu satırları yazarak kendisini Viyana’dan Kudüs’e getiren içinde duyduğu o güçlü inançtan bahseder. “Özlem dolu duygularla güvertede durdum ve böylesine uzun bir yolculuktan önce her yanda ve köşede hüküm süren hayatı, koşuşturmacayı ve telaşı izledim. Ve bir kez daha bu kargaşada tek başıma, sadece Tanrı’ya ve imanıma dayanarak durdum. Tanrı’ya inandığın sürece yalnız değilsin.”

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam