Belli başlı tüm manevi öğretilerin ve felsefenin ortak bir mottosu vardır; “Kendini bilen Tanrı’yı bilir.” Bu İslâm tasavvufunda “Nefsini bilen Rabbini bilir” şeklindedir. Bu bize kişinin yaradılıştaki yerini arama yolculuğundaki başlangıç noktasını işaret eder. Benim de “özümü” anlama ve tanıma çabalarım sırasında değişik öğretileri inceleme, birçoğunun da bana uygun olup olmadığını deneyimleme şansım oldu. Bunlar esnasında bazen karşıma çıkan kişileri, bazen da kendimi özellikle bir konuda çok sorguladım; bu da manevi öğretilerin karşımıza çıkan problemleri çözmek için mi yoksa bu sorunları hasır altı etmenin bir aracı olarak mı kullanıldığıydı.
Bundan mustarip olan bir tek ben değilmişim ki ki John Welwood isimli bir psikolog bu sorunla ilgili bir hayli kafa yorup en sonunda “spiritual by-passing” denilen bir teori ile ortaya çıkmış. Bunu dilimize manevi görmezden gelme olarak tercüme edebiliriz sanırım.
Welwood, bazı insanların zor veya acı verici duygulardan veya zorluklardan kaçınmak için maneviyata başvurarak, kimliklerini ve ihtiyaçlarını bastırma, duygusal gelişimlerini durdurma eğiliminde olduklarını belirtmiş “Spiritual By-passing” terimini ortaya atmıştır. Spiritual by-passing, ele alınmayan zihinsel sağlık sorunlarını görmezden gelmek veya bastırmak için uzun vadeli bir strateji olarak kullanıldığında; “başkalarını ve kendini aşırı derecede kontrol etme ihtiyacı, utanç, kaygı, duygusal kafa karışıklığı, uygunsuz davranışa abartılı tolerans, bağımlılık, obsesif nezaket, takıntı, manevi narsisizm, karizmatik öğretmenlere körü körüne bağlılık ve kişisel sorumluluğu ihmal etme” gibi sorunlara yol açabilmektedir.
Bu kavram ile insan olmamızın gerektirdiği sorunlu, çalkantılı tarafımızı görmezden gelmek, bu tarafımızla yüzleşmeden ve barış yapmadan önce tüm bu hallerin üzerinde yükselmeye çalışmamız anlatılmaktadır. Bu bir meyvenin henüz ham iken dalından kurtulup yere düşmek istemesi ve tekrardan bir ağaç olmayı arzulaması şeklinde örneklenebilir.
Anlatılmak istenen tek yönlü bir maneviyat yaşamanın birtakım sakıncaları olmasıdır. Bu yaratılışın kuralı zıtlıklardır. Bu bakımdan her şey iki kutupludur. Karanlık-aydınlık, gece-gündüz, iyi-kötü gibi. Eğer biz sadece bir tarafa ağırlık verir ve ötekisini görmezden gelirsek bu durum ayrışma anlamında kutuplaşma ve dengesizlik yaratır.
Spiritüel By-passın ilişkiler açısından nasıl bir rol oynadığını Welwood mağarada inzivada olan bir yoginin haliyle açıklamıştır. Bu açıdan mağaradaki yogi için bir sorun yoktur, çünkü bütün dikkati pratiğindedir. Bu haldeyken psikolojik yaralarının yüzeye çıkma ihtimali düşüktür veya ortam en azından yoginin psikolojik durumunu kötüleştirecek tetikleyiciler içermiyordur. Ancak günlük hayatta bu durum pek mümkün değildir. Bunun başlıca sebebi istesek de istemesek de bir ilişkiler yumağı içinde yaşıyor oluşumuzdur. Psikolojik yaralarımızın tamamına yakınının kökü de ilişkilerimiz ile ilgilidir.
İslam tasavvufu ise bu konuda dengeli bir tutum önermiştir. Tasavvufa göre “dağda ermek kolaydır.” Önemli olan bunu halk içinde yapabilmektir. İzolasyon uygulamaları yoktur denilemez, ancak çok sınırlı süreler için ve halkın arasına geri dönmek şartı ile bu pratikler yapılmaktadır.
Tasavvufta bu âlem yok sayılamaz, maddi ve latif olan arasında her zaman dengeli olunan, yani “sırât-ı müstakîm” üzere bir hayat görüşünü vardır. Welwood da bir bakıma aynı görüşü paylaşmaktadır, ona göre; “Biz sadece Budha olmayı öğrenen insanlar değiliz, aynı zamanda insan olmanın gerekliliklerini öğrenmek üzere uyanmış olan Budha’larız.”
Tasavvufun orta yol görüşüne örnek vermek gerekirse mesela şehvet gerekli bir güdüdür. Bizim ürememiz için, bir şeyleri arzulamamız ve ona ulaşmak üzere çaba göstermemiz için ihtiyacımız olan itici gücü sağlar. Fakat şehvet aşırı uçlarda yaşanırsa bu ahlâksızlığa ve açgözlülüğe yol açacağı için kabul edilmez. Bu aynı insani durumun açılımıdır, aradaki farkı yaratan orta yolda yaşanan versiyonunun teşvik edilirken, çok fazla ya da hiç olmadığı durumların tasavvuf açısından tasvip edilmiyor olmasıdır.
Batı psişesi ve Doğu psişesi birbirinden çok farklıdır. Birçok kavramın Doğu ve Batı kültürü arasındaki içsel çağrışımı da çok farklıdır. Mesela teslim olmak Türkçede kullanıldığı yere göre pozitif bir anlama da gelebiliyorken, Fransızcada teslim olmak “abandonner” yani yenilgi, terk etmek başarısız olmak gibi bir anlam içermektedir. Bu yüzden de Doğu pratikleri olduğu gibi alınıp Batılılar tarafından uygulandığında aynı sonucu veremez. Bunların daha geniş bir perspektifle ele alınıp iki kültür arasındaki farklılıklar gözetilerek tasarlanması gerekmektedir. Kavramlar üzerinden tekrar geçilmesi ve uyarlanması önemlidir.
Budha’ya göre hayat çile çekmektir. Bütün bu ıstırapların kökeninde arzularımız ve bağlantılarımız vardır. Biz hayatımızı bizi tatmin edeceğini düşündüğümüz şeylere bağlanarak ve sevmediklerimizi görmezden gelerek yaşarız. İşte bu bağlantılar, bu şeylere sıkıca tutunma hali tüm bu çekilen çilelerin ana sebebidir. Bunlar geçici bir tatmin verse de asla kalıcı değildir ve hiçbir zaman yeterli olmaz. Bu bağlantısızlaşma düşüncesinin Batılı spiritüel uygulayıcılarda görülen haliyle uygulanışı bizi dibe çeken bağlardan kurtulmak yerine bizi biz yapan insani bağların görmezden gelinmesi şeklinde olabilmektedir. Bu bizi mutsuz eden bağlardan kendimizi özgürleştirmek değildir. Bilakis insani bağlantılara olan ihtiyacımızın görmezden gelinmesi de başka türlü bir bağımlılıktır ve güvensiz bir bağlantı şeklidir.
Tasavvufun bu konudaki bakış açısına gelince; tasavvuf hiçbir şekilde ne duygusal ne de fiziksel izolasyonu tasvip etmez. Kişiler arası ilişkilere son derece önem verir ve bu ilişkilerin sağlıklı yaşanabilmesi için de birtakım tavsiyelerde bulunur. Yani bir denge kurma sanatıdır. Doğu dinlerinde aydınlanma Yaratıcı’nın varlığında yok olmak yani Nirvana haliyle yaşanır ve tamamlanır. Tasavvufta buna “fenâfillâh” hali denir, yani varlığını Allah’ın varlığında yok etme halidir. Ancak tasavvuf için bu son nokta değildir. Aydınlanmada son nokta bir insanın “bekâbillâh” halidir, kişi yaratanla yok olmanın ötesine geçmiş O’nunla var olmuştur. Hem her şeyin bütünün parçası olduğunun farkındadır, hem de çokluğu fark etmiş ancak bu çokluğun birlikten ayrı olmadığının da bilincindedir. Yani bu maddi dünyayı hazları ve sıkıntıları reddetmez, onların farkındadır ve gereklerini yerine getirir. Toplumun içinde onun bir üyesi olarak yaşamaya devam eder, çalışır üretir, ilişkiler kurar, ailesi ve arkadaşları vardır. Bu durum onun kalbiyle sürekli Yaratıcı ile birlikte olmasına bir engel teşkil etmez, ancak bu dünyanın da göreceli bir gerçekliğinin ve kesin bir gerekliliğinin olduğunun bilincindedir.
Bunu bir sırât-ı müstakîm yani orta yol üzere olma temeli üstüne inşa eder. Bireyler arası sağlıklı ilişkiler kurulmasına büyük önem verir ve belirli kurallar getirir. Sûfî için varoluştaki her şeyin bir sebebi ve işlevi vardır. Bu bakımdan hiçbir duygu, güdü gereksiz veya önemsiz değildir. Bu duygular üzerine özellikle eğilir, onlar bireyin kişilik dokusuna zarar verici hale geldiği noktada da uyarılarını yapar. Aynı şekilde bu dünyada başımıza gelen problemleri bastırmayı değil, bilakis onların üzerinde tefekkür ederek bu zorlukların bize kendimizle ilgili ne anlatmak istediğini idrake çalışır. Hedef elimizdeki her imkân ile kendimizi ve nefsimizi tanımaktır.
Bize düşen iç sesimizi dinlemektir, çünkü o bize bu hayatı daha merkezimize yakın, daha mutlu bir şekilde yaşamanın ipuçlarını fısıldıyor.
Yeter ki biz onu susturmayalım ve namaste deyip geçmeyelim.