Yaratılış hikayelerini hep çok sevmişimdir. Mitolojik hikayeler, destanlar, efsaneler, menkıbeler ve çok daha fazlası. Hepsinin bir noktada amacı “yaratılışa” anlam katmak, olan olayları anlamlandırmak, bu anlamı hikayeleri kullanarak sonraki nesillere aktarmak. Kimi doğa olaylarını ele alır, kimi ise destansı savaşları. Bu hikayelerin insanın içindeki “doğa olaylarını” veya insanın içindeki “savaşları” açıkladığını düşünmek, bu hikayeleri bu bakış açısı ile okumak her zaman heyecanlandırmıştır beni.
Bu hikayelerden biri, güzelliği ile görenleri büyüleyen Narcissus ile ilgili. Yaprakların arasından süzülen güneşin ışınlarının şırıl şırıl akan serin bir derede yansıdığı, harika bir ormanda Narcissus ava çıkar. O avlanırken onu gören peri kızı Echo, Narcissus’un güzelliğinden büyülenmiş bir şekilde onu izlemektedir. Narcissus güzelliğinin oldukça farkında genç bir delikanlıdır ve bugüne kadar ondan etkilenen herkesi kendisinden uzaklaştırmış ve onun güzelliğine yakışmadıklarını söyleyerek birçok genç kızın kalbini kırmıştır. Echo gören herkesi büyüleyen bir peri olmasına rağmen, Narcissus tarafından reddedilmiş, üzüntüsünden bir deri bir kemik kalmıştır. Ondan geriye sadece duyduğu son kelimeyi tekrar eden sesi kalmıştır. Bu yüzden de dağlarda yankılanan seslere “echo” adı verilmiştir. Narcissus’un bu küstahlığı tanrıların hoşuna gitmemiş ve onu güzelliği ile cezalandırmışlardır. Kendi güzelliği tarafından lanetlenmiş olduğundan bihaber Narcissus, derede yansımasını gördüğünde kendine aşık olur ve takıntılı bir şekilde kendini izlemeye başlar. Kimi hikâyelerde kendini izleyerek canını teslim ettiği, kimi hikâyelerde ise kendi yansımasına ulaşmaya çalışırken derede boğulduğundan bahsedilir. Sonuç olarak küstahlığından dolayı cezalandırılmış, cezası da kendi güzelliği olmuştur. Narcissus’un öldüğü sulak toprakta bitkiler filizlenmiş ve bu bitkinin de adını bu kahramandan alan “nergis” olduğu söylenmektedir.
Nemli topraklarda, dere kenarlarında yetişen nergis çiçeklerinin yüzü de tıpkı Narcissus gibi yansıdığı suya dönüktür. Diğer çiçekler gökyüzünü izlerken, o kendi suretini seyreder. Ayrıca ilginçtir ki, nergisin soğanı da bir ölçüde zehirlidir. Uykuya daldığı aylarda bir soğan olarak kendini toprak altında muhafaza eder, onu yemeye çalışan böcekleri zehriyle etkisiz hale getirir. Narcissus gibi nergis de kendisine yanaşanları derin bir uykuya daldırır. “Narkoz” ve “narsist” kelimeleri de Narcissus ile ilişkilidir.
Bu kadar çok kavramın isim babası olan Narcissus’un hikayesi, insanın yaratılışına dair birçok ipucu barındırıyor. Bunlardan bir tanesi de bence “takıntı”. Narcissus’un takıntılı bir şekilde kendini izlemesi, etrafında olan bitenden habersiz olması ve oluşun, akışın güzelliğini kaçırması, çoğu zaman bana bizi hatırlatır. Olmuş ya da olacağını “zannettiğimiz” olayların hayaline takılmış bizleri. Hepimiz bazen geçmişte yaptıklarımıza, ya da bize yapılanlara, gelecekte olacağını düşündüğümüz olaylara ya da ihtimallere takılıp kalmıyor muyuz? Bu takılı kalma hali çoğu zaman bir takıntı haline de dönüşmüyor mu? Ya da eşimiz, dostumuz, bugünümüz ve yarınımız ile ilgili “olmazsa olmaz” dediğimiz ısrarlı bir takıntı halinde kendi yansımamıza boş boş bakmıyor muyuz? Toplu taşımada ulaşmak istediğimiz hedefe doğru ilerlerken, arabayı kullanırken, yola bakarken, ya da bir dostla sohbet ederken arka planda o “takıntı” haline getirdiğimiz yansımaya bakıp, narkoz almış hale dönmüyor muyuz?
Takıntı kelimesinin İngilizcesi olan “obsession”, latince kuşatmak anlamına gelen “obsedere” kelimesinden günümüze ulaşır. Bu bakış açısı ile, takıntının aslında zihnimizi kuşatma altına aldığını da söylemek mümkün görünüyor. Takıntının yarattığı bu narkoz hali, aslında zihnimizin çepeçevre kuşatıldığı bir an gibi canlanıyor gözümde. Okuyanlar ve izleyenler bilir, Yüzüklerin Efendisi filminde, Miğfer Dibi adlı kale kuşatma altındadır. Çaresizliğin gecenin en karanlık olduğu an gibi çöktüğü anda – ki aslında bu an aynı zamanda güneşin doğmaya başladığı andır– kalede mahsur kalanlar, Gandalf adlı büyücünün onlara beş gün dayanmalarını söylediğini, beşinci günün şafağında geleceğini söylediğini hatırlarlar. Bu söz onlara umut olur, kuşatmayı yarma niyeti ile gayret ederek harekete geçmelerinde itici güç olmuştur. Gandalf söylediği gibi şafak vakti arkasında bir ordu gelir ve kuşatma hem içeriden hem dışarıdan kırılmış olur, Miğfer Dibi ve içindekiler kurtulur.
Kimdir peki Gandalf? Narcissus takıntılı bir halde yansımasını kendinden geçmiş bir halde izlerken, zihni Miğfer Dibi gibi kuşatılmışken, neden o helak olmuş ama Miğfer Dibi kurtulmuştur? İşte Gandalf bu iki durum arasındaki farktır. Narcissus kibri ile kendisinden başka birini düşünemezken, Miğfer Dibi’ndeki askerler kendilerinden büyük bir güce, beş gün sonra şafak vakti geleceğini söyleyene, yani aslında bir söze inanmış ve güvenmişlerdir. Peki askerleri gerçekten Gandalf mı kurtarmıştır, yoksa kuşatmadan kurtulma niyeti ile gayret edişleri ve harekete geçmeleri midir onları kurtaran? Eskiler ne söylemiş; “harekette bereket vardır” Yine büyüklerimiz söylemezler mi “bu da geçer ya Hû”? Ayrıca semavî dinlere göre en büyük yasaklardan biri “ümitsiz” olmaktır. Dolayısı ile, bu kuşatmayı kaldırmanın formulü, biraz umut, bir tutam niyet üzerine azıcık gayret ve dolayısıyla harekettir diyebilir miyiz?
Yaratılış hikayelerini bu yüzden çok seviyorum. Hem yaratılışla hem yaratılışlarımızla ilgili birçok ipucu barındırıyorlar. İşin ilginç tarafı ise Narcissus’un tozlu sayfalarda ya da yağlı boya tablolarda değil, hâlâ içimizde zaman zaman kendi yansımasına takıntılı bir halde seyrediyor olması. Neyse ki biliyoruz, takıntılarımız bizi her zaman narkoz altına almak zorunda değil. Yeter ki ümitli olalım, bu kuşatmayı kaldırmak için niyetli olalım, gayret edelim ve harekete geçelim. İşte o zaman göreceğiz ki aslında nergisin büyüleyici ve insanı mest eden çok da güzel bir kokusu var.