Ne sevimsiz başlık. Kim okur ki bunu? Kimse okumazsa ben okurum.
Size burada eğlenceli ve animasyonlu bir hayat vadetmiyorum. Sadece üzerine her an düşündüğüm, okuduğum ve yazdığım konuları, boşlukta bir yerlere bırakmak istedim. Ayrıca yaratma ediminin yalnızca kolektif bir eylem olabileceğine dair inancımdan dolayı da paylaştım işin doğrusu. Burada cevaplar yok, sorular var. Herhangi bir şeyin cevabını bildiğimi iddia edecek kadar z-âlim değilim. Her gün sorular soruyorum, bilmediklerimden utanıyorum, bildiklerimi “ah ne hoş” diyerek karşılıyorum, hepimiz gibi.
Zor koşulların, insanı kamçıladığından falan bahsetmeyeceğim hayır. Ancak başımıza gelen şeylerin -onlar her ne ise-, insan olmanın zaruri altyapıları olduğundan emin olmamız gerekiyor. Bunun neden böyle olduğunu açıklayayım: Bir vücut düşünelim ki hasta. İyileşmek için ne yapıyor, önce o hücreye hasar veriyor, onu yaralıyor ve sonra yenilenerek tedavi oluyor. Bir bina düşünelim ki harap. Onarılmak için ne yapıyor, önce yıkılıyor sonra yeniden inşa ediliyor. Hayat da böyle. Hasar olmazsa iyileşme yok, yıkım olmazsa yapım yok. Düzelmeye veya daha iyi koşullara ihtiyaç yok. Ortalama var, garanticilik var, savunma alanını korumak var, korumacılık var, kapanma var, var da var… Foucault, kapanma pratikleri derken bunu kastetmişti belki; kapanan her yapı kendi içine gömülüyor, kendi kurallarını oluşturuyor ve kendi normalini yaratıyor. Bu kapalı alanın dışında kalan herşey de a-normal oluyor. Bu arada yeri gelmişken “-a” ön eki Yunanca’da kelimeye olumsuzluk anlamı verir; apolitik, apriori, ateist vb. Yani yine geldik olumsuzluğa. “A”yı telaffuz ederek, alfabenin ilk harfinden başladık dışlamaya ve negatifliğe. Nasıl olacak bu iş?
Pozitifçiler yaklaşın, bir şey diyeceğim: Şimdi aldığınız o dört sayılık nefesi yavaşça bir kenara bırakın. Biliyor musunuz salt pozitiflik insanın içini çürütür. Ben demiyorum, modern çağ filozofu Byung-Chul Han diyor. Başka ne diyor:
“Modern zamanda Aşk (buna hayat da diyebiliriz pekâlâ), yaşamın bütün alanlarının pozitifleştirilmesi sürecinde, aşırılık ve delilik içermeyen risksiz ve tehlikesiz bir tüketim formülüne dönüştürülerek evcilleştirilmektedir. Her türlü negatiflikten ve negatif duygudan sakınılır. Istırap ve tutku, hoş duygular ve bir sonuca yol açmayan uyarımlar karşısında geri çekilir. ‘Başka’nın arzusu, ‘Aynı’nın konforuna boyun eğer. ‘Aynı’nın rahatlatıcı ve önünde sonunda rahatına düşkün olan içkinliği aranır. Bugünün aşkı, her tür aşkınlıktan ve ihlâlden yoksundur. Bu bir köle yaşamıdır. Böyle bir kişi köleliği, ölüm tehdidine tercih eder. Salt pozitif olan cansızdır. Negatiflik canlılık için elzemdir. Bir şey, çelişkiyi içinde barındırdığı sürece, çelişkiyi kapsama ve ona karşı koyma gücü olduğu sürece canlıdır.”[1]
İşte bu negatifliği de içinde barındırma hali, bizi asıl hakikate ulaştırır. Çünkü bu sürecin sonunda varılacak hakikat, bize yalnızca hoş ve iyi olan şeyleri göstermez; aynı zamanda çözülemeyen çıkmazları, geri dönüşü olmayan kayıpları, büyük hayâl kırıklıklarını, dayanılmaz fiziksel ve ruhsal acıları da gösterir. Bu tabloyu böylesine çıplak görmek, insan olmanın bir sonucu olarak en derinde yatan ilkel korkularımıza ulaşır ve sembolik olarak bizi ölümle burun buruna getirir. Bu ölümle burun buruna gelme hali, paralel olarak yaşam itkisini besler (çünkü burada da karşıtların birbirini kapsaması söz konusudur) ve bizi yaşamdan daha çok keyif almaya, daha uç deneyimler yaşamaya, doğayla bir olmaya iten önlenemez merak duygumuzu kabartır.
Şöyle bir düşünelim bakalım: Bugüne kadar ölümden korkmak bir işinize yaradı mı? Gündelik yaşamda hayatta kalma becerilerinizin yüzde doksan dokuzunun, başkalarına ve kurulu düzene bağlı olduğu bir ortamda “survival kit”iniz o tavan arasındaki sandıkta tozlandı değil mi? Sonra çok sıkıldınız, o kadar sıkıldınız ki; ne yaptıysanız, hangi son model süpürgeyi kullandıysanız olmadı, o içgüdünün üstündeki toz bir türlü kalkmadı. Kendinize yapay tehlikeler yarattınız; simülasyonlarla, gündelik çılgın egzersizlerle hep kendinizle yarıştınız, hırpalandınız, duvarlara çarptınız ama yine de bitiş çizgisini bir türlü göremediniz değil mi? Yazık. Elinizde bütüne dair bir bilgi yokken sadece puzzle parçalarına sahip olarak resmin tamamını oluşturacağınızı sandınız. Sevgili Barış Uygur’un deyimiyle sinemadaki bir filme orta yerinden girip, finalini görmeden çıktınız ve filmi anladım sandınız.[2] Hayır, hiç birimiz bir şey anlamadık, işin doğrusu bu. Peki o zaman nasıl oldu da hepimiz bu kadar mutluluk fetişisti, pozitif düşünce hastası ve hayâllerinin peşinden koşan insanlar olduk? Bir hayâl var mıydı gerçekten, yoksa yaşamın gündelik rutini katlanılmaz olduğu için o hayalleri biz mi uydurduk? Uydurmak fena değildir. Kurmaca yani “-mış gibi” imgelem dünyası, bize yaşamın kendisinden daha yüce bir gerçeklik vadeder ama şimdi konumuz o değil. Konumuz “Her şeyi iki olarak görmeye alışmış bünyelerimiz”. Bu açıdan bakınca hepimiz sarhoşuz.
Varoluşun karşıtlık ilkesine bağlı olduğunu biliyoruz. Doğada herşey karşıtıyla birlikte mevcuttur: Ölüm-yaşam, avcı-av, fail-kurban, sınır-sınırsızlık, beden-zihin, insan-tanrı, varlık-yokluk, ölçülülük-aşkınlık, tanrı-insan, karanlık-aydınlık, gece-gündüz, görünmez-görünür, daimi-değişen, güçlü-zayıf, saf-karışık, emin-kuşkulu…
Şimdi bir an duralım ve ölüm olmadan yaşamlarımız neye benzerdi bir düşünelim. Sonluluk fikri değil mi bizi aşkın düşüncelere taşıyan? Ya da bedenlerimiz olmadan, sadece zihinden ibaret bir varlık olarak tahayyül edelim kendimizi. Edemedik değil mi? Peki avcı olmadan av olur mu? Öyleyse neymiş, karşıtlar her zaman birbirini dışlamak zorunda değilmiş. Hatta görüyorum ve arttırıyorum: Varoluşumun yegâne koşulu karşıtımın olmasıymış. Öyleyse karşıt olandan korkmanın, onu dışlamanın bir mânâsı var mı? Yok.
Kadim Yunan geleneğine bakarsak, hakikâti temsil eden kelime olan aletheia’nın bile, karşıtı lethe’yi dışlamadığını bilakis ona ihtiyaç duyduğunu görürüz. Bu kavramları ilk kez duyanlar için biraz açalım: Antik Yunan’da lethe, yeraltı dünyası Hades’te akan bir nehir ve inanışa göre bu nehrin suyundan içen gölgeler, yani ölülerin ruhları, dünyada yaşamış oldukları geçmiş fâni hayatlarına dair her şeyi unuturlar. Lethe’nin sözcük anlamıyla bize çağrıştırdıkları: unutma, suskunluk, karanlık ve kınamadır. Öte yandan hakikatin ifadesi olan aletheia ise (yine başında “a” var dikkatinizi çekerim); söz (logos), hatırlama, aydınlık ve övgüyü içinde barındırır. (Ek olarak neden hatırlama ve söz aynı havuzda bulunuyor? Hatırlamak için “söz”e ve “dil”e ihtiyacımız var değil mi? Onu da buraya dip not olarak düşelim ve başka bir yazının konusuna saklayalım.) Şimdi o çok rasyonel kafalarımızla sanıyoruz ki bu ikisi karşıt anlamlar, biri pozitif biri negatif. Atom fiziğine alışmış kafalarımız hep bu şekilde düşünüyor hoff! Gerçek şu ki; lethe kısmı olmadan aletheia olmuyor, olamıyor. Çünkü aydınlığın aydınlık olabilmesi için karanlığa ihtiyaç var. İlham perileri hakîkatten bahsettiklerinde, illetleri unutmaktan, kederden ve rahata ermeden de haber verirler. Cazibelerinin etkisi ve tahrik ettikleri haz hissiyle ölümlü insan, sefaletin ve derdin zamanı olarak gündelik yaşamdan kaçar. Eksik olma durumu (negativite), varlıktan yalıtılmış değildir. Aksine bu durum hakikatin sınırlarını çizer ve ondan ayrılmayan gölgeyi şekillendirir. Bu iki aykırı güç tezat oluşturmaz, tam tersine birbirine doğru yönelme içindedirler. Pozitif, kendisini bir bakıma “inkâr eden” negatife doğru yönelir ama, negatifliğin yokluğunda kendini koruyamaz. Bu şekilde hakîkat, ancak karşıt güçlerin gerilimiyle kendini dengeleyen bir yapı oluşturur.[3]
Yani özetle şunu demeye çalışıyorum, biz negatiften kaçmaya çalıştıkça o arkamızdan kovalayan bir köpek gibi peşimizden gelecek. Bir duralım. Kaçmazsak ne oluyor bir bakma cesaretini gösterelim. Belki onunla yüzleşirsek, o kadar korkunç olmadığını anlarız ve pozitife daha çok sarılırız. Burada metaforu yaşam ve ölüm olarak ele alırsak eğer, ölümden kaçarak yaşamanın pek de anlamlı bir yaşam olmadığını kabul etmemiz gerekiyor. En aşılmaz dağları ipsiz göğüsleyen kaya tırmanışçıları, “skydiver”lar gibi adrenalin bağımlıları boşuna kendilerini her an ölümle burun buruna getirmiyorlar. Çünkü onlar, karşılarına aldıkları şanlı ölümle, her an yaşamı kutsuyorlar aslında. Belki de bir gücü ortaya çıkarmanın en etkili yolu, karşıt gücü beslemektir. Biz de bu ürkek çağda, ölümün gerçekliğini dışlamadan yaşamı kutsamayı ve onun hakkını vermeyi düşünebiliriz belki.
"Only when it is dark enough can you see the stars." Martin Luther King, Jr.
“Yalnızca yeterince karanlık olduğunda yıldızları görebilirsiniz.”
Muhabbetle kalın.
[1] Eros’un Istırabı, Byung-Chul Han (Çev.Şeyda Öztürk), Metis Yayınları, İlk Basım, Istanbul 2019
[2] Akıl Fikir Ofisi, Barış Uygur, Uykusuz Dergisi
[3] Arkaik Yunan’da Hakikatin Efendileri, Marcel Detienne (Çev.Adem Beyaz), Pinhan Yayınları, Birinci Basım, Istanbul, 2012