Ötekileştirme ve yabancılaştırma sizce ne demektir?
Sözlük anlamıyla, kendinden farklı görüleni, davrananı ve hareket edenleri aşağılama, değersizleştirme ve düşman haline getirmektir.
İnsanlar, kendilerini belirli gruplara ait hissederler, hissetmek isterler. Dahil oldukları grup üyeleriyle aralarında birtakım ortaklıklar bulunduğunu düşünürler ve çoğunlukla anlaşırlar.
Bireyler, toplum hayatı içinde bir kimlik oluşturabilmek için öncelikle kendilerini tanımlayan bir “ben” kavramı geliştirir. Sonra kendini diğerlerinden ayıran noktalar üzerinde durur ve bunu yaparken onların farklı yönlerinin açığa çıkmasına sebep olur. Böylece “ben” kimliği oluşurken iki taraflı bir ayrılık süreci yaşanır. Özne diğerlerini kendinden aşağıda konumlandırdığında bu “ötekileştirme”ye dönüşür. Benzer durum, toplumlar için de geçerlidir. Gerek bireysel gerek toplumsal düzeyde ötekileştirme olgusu, edebiyat eserlerinde de sıklıkla işlenir. Ötekinin farklı olduğuna, yanlış davrandığına, bu yüzden de onunla anlaşılamayacağına inanılır. Kendileri gibi olmadıkları ve davranmadıkları için yabancılaştırılır, ayrı tutulurlar.
Doç. Dr. Soner Akpınar’ın yazmış olduğu bir makaleden alıntı yapmak isterim. Dr. Akpınar: ‘’İnsanlar ve topluluklar kendilerini tanımlayabilmek için kendisinden olmayan başka insan ve topluluklara gereksinim duyar. Kültür oluşturmanın temelinde de kimlik oluşturmak yatar. Bir toplumun “biz” kimliğini oluşturabilmesi, “bize benzemeyen”in belirlenmesi ile mümkün olur. Kendisi ile kendisinden olmayan arasındaki ayırt edici özellikler ve sınırlar belirlenerek kimliğe ulaşılabilir. Bu durumda kendinden olmayana “öteki” sıfatı yüklenir ve öteki olumsuz bir uzamda konumlandırılır. İnsan veya topluluk kendisini tanımlarken “öteki”nin kötü özellikleri üzerinde yoğunlaşarak (hatta yoksa bile kötü özellikler yükleyerek) onu dışarıda tutma eğilimindedir’’ der.
Orhan Pamuk, romanlarında yoğun bir şekilde “öteki” kavramı üzerinde durur. Hatta çoğu romanının çatışma ve entrika unsurunu sağlayan dinamiğinin “öteki” olduğu söylenebilir. Özellikle son romanlarında, 1980 sonrasında Batı kültür dairesine Amerikan tipi tüketim alışkanlıklarıyla hızlı bir geçiş yaparak adeta bir dönüşüm yaşayan Türk toplum yapısını irdeler. Temelsiz ve hızlı işleyen bu değişimin yol açtığı ideolojik ve ekonomik kutuplaşmalara yoğunlaşır. Toplumun laik-dindar, zengin-fakir, Türk-Kürt vb. çok çeşitli yapılara bölünmesinin yol açtığı sorunları romanlarına taşır.
Orhan Pamuk’un romanlarında bu sorunsallar kimlik-öteki ilişkisinin çeşitli boyutlarıyla ele alınır. Konumuz olan Sessiz Ev romanı, biri tarihçi, diğeri devrimci ve biri de zengin olmayı kafasına koymuş üç torunun 1980 yılında Cennethisar’da babaannelerinin konağında geçirdikleri bir haftanın öyküsüdür. Yaşamını bir ansiklopedinin yazımına vermiş olan dedeleri, siyasi sebeplerle sürgüne gönderilmiştir. Dedenin ölümünden sonra babaanne ve kâhya yalnız kalmış, her yaz olduğu gibi o yaz da şehirden gelecek torunları beklemektedirler. Torunlar geldiğinde beklenen konuşmalar sonrasında herkes odasına ve kendi dünyasına çekilir.
Romanda belirli bir konu işlenmez ve hikâyeyi ilginç kılan biraz da budur. Olayları, kişilerin bakış açılarını, düşünce ve anılarını takip ederiz. Doğu-Batı uçurumunun bir buluşla değil ancak ve ancak insanların zihinlerindeki değişimle kapatılabileceği fikri üzerine kurulmuş bu roman, oldukça keyifle okunur. Peki, usta kalemlerden Orhan Pamuk yazmış olduğu Sessiz Ev romanında bu başlıkları nasıl ele almış ve hangi karakterler aracılığıyla yapmıştır? Yazar bu romanda kahramanlarımız İsmail ve Recep aracılığıyla bu mesajı aktarmaktadır. İsmail ve Recep evlilik dışı bir ilişkiden doğmuş, sakat iki kardeştir. Recep, babaannenin kahyasıdır ve cücedir. İsmail ise topal bir piyango satıcısıdır. Roman boyunca karakterlerin fiziksel görünüşleri dolayısıyla maruz kaldıkları ötekileştirme detaylı bir biçimde işlenmiş, yaşamları üzerindeki etkilerine değinilmiştir. Recep’in söylediği, oldukça etkileyici ve bir o kadar kalp kırıcı söz, fiziksel görünümü dolayısıyla çektiklerini anlatmaya yetmese bile bize olaya dair bir ipucu vermektedir.
“Ama cüce olduğum için üzülmüyorum,” dedim. “İnsanlar 55 yaşındaki bir cüceyle alay edebilecek kadar kötü oldukları için üzülüyorum asıl ben.”