Anadolu’nun küçük bir kasabasından çıkıp eğitim yollarında kendini devlet bursu ile Almanya’da okurken bulan babam, orada gördüğü ve köklerini Protestan İş Ahlakından alan Alman çalışma disiplini hücrelerine kadar zerk edip döndüğü memleketinde, “beyaz yaka” yönetici olarak yıllarca çalıştı. Fedakârca çalışma, kaliteli iş yapma ve hayatında işi hep öncelemenin, onurlu bir yaşam için basit bir riyâzat türü olduğuna inandığı bu ahlak anlayışını, yalnızca çalıştığı fabrikalara değil, haliyle bize de taşıdı.
Bizimle tatil yapmazdı, bizim özelimizle ilgilenmezdi, eve gelince konuşmaya bile canı kalmazdı ama babam bizim için saygının sembolüydü. Çalışkan ve ahlaklıydı. Çocukluğumda “benim mahallemde” ahlaklı olmak dürüstlük, çalışkanlık ve helal kazançla eş anlamlı idi. Ahlak deyince ilk çağırışım, hiçbir zaman bir kadının bedeni ile ilintilenmedi benim dünyamda. Zaten Erenköy Ethem Efendi Caddesi’nin mütevazı sokaklarından birinde 70’li yıllarda çocuk olmak hepimiz için bunu gerektiriyordu. O dönemde esnaf tartıda hak geçmesin diye parasını aldığından mutlaka bir miktar fazla ürün koyardı fileye.
Ben ve yaşıtlarım için sağ ve sol, kalemi ve çatalı tutmak için bilmemiz gereken yön kavramları iken üniversitede okuyan komşu abla ve abi için belli ki daha fazlasıydı. “Sol”cu oldukları için Ethem Efendi’nin diğer tarafında kurulan ve ekseri “sağ”cıların hüküm sürdüğü pazar tarafına geçemezlerdi. O kadar ki haftada bir kurulan semt pazarından ağır torbaları taşımak -boyu kadar çocuklarına rağmen- komşu teyzeye kalırdı.
O zamanın Türkiyesi başka türlü konuları konuşur, başka acılar çekerdi muhakkak ve ben bunu çocuk aklımla çok bilemezdim. Ama genç olmanın, idealleri olmak ve bir amaç uğruna yaşamak olduğuna inanmıştım. Kimsenin birbirinin bedenine, ilişkisine ya da yaşantısına dair sözün çok söylenmediği bir mahallenin çocuğu idim. Bizim için en büyük marjinal o dönemde televizyona bile çıkması yasak olan Zeki Müren’di. Zaten kendisini de bizimkiler pek severdi.
Sonra büyüdüm. İhtilal sonrası çocuklarının ekserisi gibi apolitik, kendine özel sektörde kariyer hazırlamaya çalışan, diplomalarından dolayı ayrıcalıklı hissi taşıyan ama yetenekleri ve değerleri konusunda zaman zaman patinaj çeken bir genç olarak katıldım kalabalıklar arasına. Ana akımın peşine takılıp ideallerini bulamayan bir ben değildim ki. Toplum herkesi ortalamasına çekiyordu.
Geçen yıllar davranışlarımı, fikirlerimi ve hatta değerlerimi değiştirdi. Ama çocukluğun en derininde işlenen bazı şeyler sabit kaldı. Ahlak benim için hep önce dürüst olmak, çalışkan olmak ve helal kazanmak ile bir oldu. Çalmamak, çırpmamak, hakkın olandan fazlasını istememek, üzerine aldığı görevi -tartıda biraz fazla koyan esnaf misali- mümkünse beklenenin bir fazlası ile vermeye çalışmak düsturum oldu. Hatalar yapsam da referans noktası belliydi. Mihenk taşım çocuklukta lokmama karışan doğrular oldu.
Yetişkinlikte çeyizimiz çocukluğumuz oluyor. Evdeki, okuldaki, sokaktaki, sosyal ortamlardaki sevgimizin ve ilgimizin değdiği bir çocuğa bile bu anlamda aktaracağımız bir küçük hassasiyet, gelecekte bir yetişkini dönüştürme gücünü taşıyor. Özellikle iş ahlakı açısından erozyonu çok derin hissettiğimiz ve ahlak kavramının kadın bedenleri üzerinden tartışıldığı bu aralar çeyizime daha bir sarılır oldum.