Hayat bir oyunsa, oyunda kalmak için sebepler gerekir. Hayal kırıklığımı atlatmanın, yokluğunu hazmetmek için geçen sürenin hiçbir zaman yeterli olmayacağını anladığımda, âniden gelen sese kulak vermem gerekiyordu. Bir daha gidemem dediğim cânım Karadeniz beni çağırıyordu. Oyunun içinde kenarda bekleme sürem dolmuş muydu bilemiyorum ama davete icâbet etmemem mümkün değildi. Bin üç yüz kilometre uzağa savuran bu seyahatin aslında yeniden keşfedilmeyi bekleyen iç dünyama yolculuk olduğunu anlamam çok da uzun sürmeyecekti.
Her köşesi cennettir Karadeniz’in ama Doğu Karadeniz daha bir başka büyüler insanı. Şimdi size o pek bildiğiniz gezilerden, sosyal medyada sıkça gördüğünüz yaylalardan değil de ulaşılması çok zor belki de adını duymadığı tepelerden, göllerden ve yaylalardan bahsedeceğim.
Koçdüzü Yaylası benim için zor bir varış noktası oldu. Yaylaya yaklaşık on yıldır ulaşım sağlanıyor olması buna ipucu veriyor. Manzara her türlü zorluğa değiyor. Dünyadan çok uzakta hissi veren manzarada, Eylül ayında eksi iki derece ile biraz kendime geliyorum. İnternet olmayışı zorlasa da belki yaylanın en güzel tarafı.
Yaylanın içinde, Adalı Göle doğru yönelirken Karadeniz’in o hiç bitmeyen yağmuru ince ince yüzüme çarpıyor. Muhteşem bir manzara. Türkiye’de üzerinde yüzen adacık bulunduran en büyük doğal göl, isminden de anlaşılacağı gibi Adalı göl. Eskiler üzerinde üç yüzen adacığın rüzgârın yönüne doğru hareket ettiklerini söylerlermiş ve buna göre hava tahminleri yaparlarmış.
Yaylanın zirvesine çıkmayı hedefliyorum fakat benim gibi amatör biri için oldukça zor. Arada sırada arkama dönüp Adalı Göl’e bakıp enerjimi toplamaya çalışıyorum. Soğuk ve yağmur beni yavaşlatsa da 2500m. rakım ve Cennet-Cehennem Tepesi ismi beni heyecanlandırıyor.
Bu isme öncesinde anlam verememiş olsam da zirveye çıkınca anlıyorum. Sevgili Hocamın bize her zaman söylediği, “Cennet ve cehennem aslında bu dünyada ve kendi içimizde” sözüyle yüz yüze kalıyorum. Bir tarafta hiçbir yapay boya ile elde edemeyeceğimiz bir yeşil ve Adalı Göl ile cennet, diğer taraf kahverengi taş ve kayaları ile sarp uçurumlardan oluşan cehennem manzarası. İncecik bir yol bu iki farklı manzarayı ayırırken, uzun bir düşünme fırsatı sunuyor. Tercih tamamen bize ait, bir adım ile cennet veya bir adım ile… Sadece bir adım ile… İşte tam bu ince yol ayırımında oturuyorum. Ne kadar ıslandığımın farkında olmadan bu dünyanın sadece bir geçit oluşunun manzarasını seyrediyorum.
Saklı kalmış güzelliklerden biri de Çiçekli Yayla. Bu manzaralara nazar etmek “zor”u sevmekle mümkün. Adından da anlaşılacağı üzere görülmemiş çiçeklere ev sahipliği yapıyor. Rakım yine 2500 metre civarı…
Bahar aylarında ziyaret edilmesi tavsiye edilen yayla beni sonbaharda büyülüyor. Öyle etkileyici ki bir âyeti hatırlatıyor: “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz aradığını bulamadan bitkin olarak sana dönecektir.” Mucizeleri çok uzakta aramamak gerektiğini hatırlatan bir manzara. Sadece biraz tefekkür…
Manzaranın güzelliğine kapılmışken aniden sis kaplıyor her yeri ve her şey görünmez oluyor. Her şey yoluna girdi dediğimiz zamanlarda bir olayın sis gibi bütün güzellikleri örtmesini hatırlatırcasına. Bu sisin geçici bir perde olduğunu gösteriyor doğa ve o her şeyi görünmez eden sis perdesi aynı hızla kalkıyor. Belli ki gayretin sorgulanmakta.
Daha önce karşılaşmadığım o mis kokuyu derin derin içime çekiyorum. Gittikçe artan soğuk hareketlerimi kısıtlasa da manzaradan ayrılmak istemiyorum. Etrafıma bakıyorum kimseler yok, herkes bir köşeye dağılmış. Bir müddet sonra her ânı fotoğraflamaya çalışıyorum, bu eşsiz güzelliğini görmeyen kalmasın istiyorum.
Bir sonraki rotamız “Kale-i Bala”. İsim oldukça ilginç geliyor. Kelime anlamının ‘yukardaki-yüksekteki’ kale olduğunu, Osmanlı arşiv belgelerine Kale-i Hemşin Zir ve Kale-i Hemşin Bala olarak kaydedildiğini öğreniyorum. Karadeniz bölgesinin en yüksek rakıma sahip kalesi. Sarp bir kayalık üzerinde, Fırtına Dere’sinin kaynağına yakın bir noktada. Manzara bir kez daha büyülüyor. Karşı tarafında küçücük ama çok anlamlı şehitlik, Osmanlı Dönemine dayanan hikâyesi ile mutlaka ziyâret edilmeli. Tabii ki yine çok zor. Yüzlerce basamak çıkıyorum, her yer yemyeşil ve daha önce hiç görmediğim ağaç türleri.
Nefesimin tükendiği noktada şehitliğe ve muhteşem manzaraya ulaşıyorum. Bazen gördüğünüz şey çok şeyler anlatır ama kelimelere dökülme ya, işte öyle…
Çat Deresi’nin iki kolunun buluştuğu Çat Vadisi’nde uzun uzun yürümeyi, Şavşat’ın Karagöl’ünü, Arhavi’de 92 metre yükseklikten dökülen Mençuna Şelalesi’ni, Çoruh Nehri üzerinde, sahip olduğu 249 metre gövde yüksekliği ile Türkiye’nin en yüksek, Dünya’nın onikinci yüksek barajı olan Derindere Barajı’nı herkesin görmesini dileyerek cânım Karadeniz’den ayrılıyorum.
Bir kez daha anlıyorum ki gurbet, kilometrelerce uzakta olmak değil de muhabbet etmeyi çok sevdiğin biriyle artık iki kelime edememekmiş.
Sevdiklerinizle dâimâ muhabbette olabilmeniz dileğiyle…