Anadolu topraklarının gözyaşlarıyla ıslandığı deprem sabahından kalan bir duygu yumağı var içimde. Öyle bir yumak ki, düğüm düğüm. Korku, endişe, umut, umutsuzluk, öfke, sevinç, heyecan, çaresizlik, hayal kırıklığı, keder, suçluluk, vicdan azabı… Bunca duygu bir aradayken birbirlerine değmemeleri, düğüm olmamaları ne mümkün.
İlk günler sosyal medya ve televizyon karşımda dönüp dururken, kalbim bir bir düğümlenirken, yanı başımda oyunlarına devam eden çocuklarımla zaman bir donup bir aktı. Gitsem gidemedim, kalsam kalamadım. Üstelik bu düğümü biraz hafifletebilecek tek bir sözcük bile dökemedim satırlara.
Haftalar sonra işte yavaş yavaş toplanıyor kelimelerim bir araya. Bana hep şifa olmuştur ya, belki biraz da size dokunur şifası.
İnsan, zorluklarla öğrenen bir varlık çoğu zaman. Hani bir hikaye var ya, kurbağanın biri yolda bir çukura düşmüş, zıplamış zıplamış bir türlü çıkamamış. Çukurun başında başka kurbağalar ‘biraz daha zıplamalısın’ diyorlarmış ama fayda vermiyormuş. Bir süre sonra yolda bir araba görünmüş, giderek yaklaşıyormuş çukura. Dışarıdaki kurbağalar seslenmiş, ‘araba geliyor’ diye. Bunu duyan kurbağa bütün gücüyle sıçramış ve kurtulmuş o çukurdan. Diğerleri ‘Nasıl yaptın?’ diye sorunca ‘Başka çarem yoktu’ demiş bizim kurbağa. İşte bu kurbağa misali, bazen sıçramak için dibe düşmek gerekiyor. Ya da hayattan bir şeyler öğrenmek için, zorluklarla karşılaşmak.
Ne öğrendin diye soracak olursanız, depremin ilk günlerindeki çaresizliğime yanıt olarak karşıma çıkan satırları anlatmak isterim size. Oldukça kişisel bir hikaye ama bazen bir kişinin yaşadığı, bir başkasının ruhunda tılsımlı bir dokunuşa dönüşebiliyor.
Ekranlara gark olduğum iki gün boyunca, gördüklerimin arasına girip yardım eli uzatamamak, yüreklere bir kandil dahi olsa yakamamak, kelepçelenmek gibiydi adeta. Felaketler yaşanırken uzaktan izlemek insanı ne kadar perişan ediyormuş, bir kez daha derinden hissettim. Dünyada bunca savaş, katliam, açlık, afet varken ancak böylesi yıkıcı ve yakın olanına şahit olunca hatırlıyormuş meğer insan, insanlığını. Belki de bu, ruh sağlığımız için çok daha hayırlıdır.
Hikayeme dönecek olursam… Evde ailemin yanında bulunmak bana yetemediği için kendimi en yakın derneklerde buldum üçüncü gün. İçimde biriken düğümlü yumağı biraz olsun çözebilmek adına harekete geçmenin iyi geleceğini düşünerek. Fakat ilginçtir ki, oralarda hizmet eden nice güzel insan vardı ve ben sadece bir kalabalık olabildim onların arasında. Bir süre etrafta gezinip yardım etmek için bakındım ama sonunda boynum bükük, elim boş bir halde eve döndüm. Büyük bir hayal kırıklığı içinde odamın penceresine geçip, yüzümü göğe kaldırdım ve sordum:
“Ben neden yardım edemiyorum?”
Bu soruda derin bir kalp sızısı ve samimiyet vardı. Duygu yumağım, en çok çaresizlikle doluydu o an. Ancak yanıtın çok kısa zaman içinde gelip bana ışık tutacağından habersizdim.
Milyonlarca hikayenin sıkıştığı ekranlara gözlerimi hapsetmek, beni çok daha karamsar, çaresiz ve atıl hissettirdi o günlerde. Zihnimde hiçbir fayda sağlayamadığımı söyleyen bir ses, ruhumu peyderpey karanlıklara çekmeye başladı. Geçmişten tanıdığım bir histi bu. Bu karanlıkların beni kolayca yutabildiğini çok iyi biliyor, üzerimden sıyırıp atmam gerektiğini seziyordum. Kendime geri dönmeli, bir şeyler okumalı, bir şeyler yazmalıydım.
O an, bir tesadüf olmasa gerek ki, içimden Kutsal Kitabımızı açmak geldi. Nicedir anlamıyla okumak istediğim, bir zamanlar başlayıp yarım bıraktığım sayfaları. Açtım ve okumaya başladım. Biraz evvelki soruma yanıt işte o zaman geldi bana. Şöyle yazıyordu; “Topluma bir faydanın dokunmasını istiyorsan önce kendi sorumluluklarını yerine getir.”
Bunu bir rastlantı olarak gören ya da genel bir öğüt olarak alan olabilir ama ilahi mesajlara yürekten inanan biri olarak benim düğümlerim bu satırla çözülmeye başladı. Önce bir anne olarak sorumluluklarımı yerine getirmek için zihnen ve fiziken evime dönmem gerektiğini hissettim. Ve sonra rastlantı diyemeyeceğim bir başka olayla, bu defa evlat olarak ayakta durma gereğini idrak ettim. Acıyı paylaşmanın, birbirimize sarılmanın, çocukları o karanlığa sokmamak için hayata devam etmenin, onlara afet gerçeğini ve bu gerçekle yaşamak için dürüstlüğün, liyakatin, hakkıyla çalışmanın ne denli önemli olduğunu anlatabilmenin de bir çeşit vatandaşlık, insanlık ve hepsinin ötesinde kulluk görevi olduğu kalbime yazıldı görünmez bir kalemle. Çocuklarda ve dahi yetişkinlerde ahlakı yaşatmanın gelecekte bir toplumu yaşatabileceğinin resmini seyrettim adeta. Birçok kere karşıma çıkan ‘Önce ahlak yıkılır, sonra binalar ve insanlar’ sözünü zihnimde çevirip dururken kendi çocuklarımdan başlamak üzere ahlakı yaymanın yolları üzerinde düşündüm. Ve bunu yapmak için ilk adımın kendi ahlakımdan başlamak olduğunu yeniden hatırlattım kendime.
Okuduğum cümle hal halini alamamış olacak, günler sonra karşıma depremden bağımsız olarak müşkül durumda birisi çıktı. Kendimce yardımda bulunduysam da işin sonunda bir huzursuzluk kapladı içimi. Yardım etmenin huzursuzluk verdiği nerede görülmüş? Ben, sonraki saatlerde aslında el uzattığım kişinin pek de güvenilir olmadığını hem kalben, hem de yakınımdakilerin uyarılarıyla fark ettim. Ve bu, bana tekrar o cümleyi hatırlattı;
“Topluma bir faydanın dokunmasını istiyorsan önce kendi sorumluluklarını yerine getir.”
Bütün bu tecrübeler, ‘Yardım, en yakınlardan başlayıp halka halka genişlemeli’ öğüdünün parçalarıydı benim için adeta. Payıma düşen öğretiler seçkisinde; kötü zan beslemek kadar iyi zan beslemenin de tehlikelerinin olabileceği, aileden başlayarak güvenilir kimselere, kurumlara uzanan bir yardım sorumluluğunun bulunduğu, acıyı paylaşmanın en değerli yardımlardan olduğu vardı.
Herkesin kendi imkanları ölçüsünde katkıda bulunmasının hak olduğunu nefsime defalarca hatırlatmaya çalıştım. Kendi kabımdan büyük yardımlar göndermenin, travma anlarına birinci elden şahit olmanın benim haddime olmayabileceğini, belki istidadımın buna yetmediğini kabullenmem gerekti. İşte bugünlerde, kendime bunları hatırlatmaya çalışıyorum sık sık.
Zelzelenin ilk günlerinde, duygu yumaklarımı düğüm düğüm yapan birçok haber akıp dururken, ümitvar büyüklerimizi dinlemenin de beni ne denli hayata döndürdüğünü söylemeden geçemeyeceğim. Bizler karamsarlık denizlerinde çırpınırken onların ümit, sevgi ve iyilik aşılaması öyle kıymetliydi ki… Sorumsuzlukları kader adı altına sokmayan, haksızlıklarla mücadelenin gerekliliğini hatırlatan, diğer yandan zorlukla beraber kolaylıkların da geleceğinden emin, sevgi ve dayanışma dilinin gücünü bilen, ümitvar yıldızlar onlar. İyi ki varlar.
Çok sevdiğim bir sözle noktalamak istiyorum bu yazıyı;
“Karanlığın en şiddetli olduğu an, şafağın en yakın olduğu vakittir.”
Şafağımıza yakın olmamız dilek ve duasıyla…
1 Yorum
Ne güzel yazmışsınız Büşra Hanım,yüreğinize sağlık,düğümleri çözebilecek,şifa olabilecek kutlu cümlemiz de çıkmış karşınıza,iyi ki paylaştınız,şifa oldu❤⚘