“Şeb-i Yeldâ da uzar fecre kadar kıssa-ı aşk
Tâ ki Mecnun bitirir nutkunu Leyla söyler…”
İşte o gece, Aliye iç âleminde yaşadığı çetin kış mevsiminin en uzun gecesini yaşamış ve yaratılış gayesini bulmak üzere gecenin karanlığından kaçarak, o sevgilinin nazarıyla bahara açılan rahmet kapısının eşiğine ayak atmıştı. Gerçekten de aşkın ilk evresi, insanı tıpkı kış mevsiminde olduğu gibi ya kendisini cezbeden hemen her şeyden el etek çekmesine, uzun ve karanlık gecelerde bir ışık tanesi aramaya sevk eder ya da güneşin yoksunluğundan muzdarip olduğunu fark etmeksizin suni ısılarla, anlık parıltılarla avunmaya çalışmasına yol açar. Ama ne var ki sığındığı hiçbir şey gerçek bir güneş etkisi veremediğinden maruz kaldığı sahte ateşin acısıyla, hakikat güneşini göreceği, kendisini ısıtıp saracağı, yaralarına merhem olacağı günü bekler. Nihayet ilkbahar gelip güneş yüzünü gösterdiğinde aşkın cünûn evresi denilen daima sevgiliyi sayıklama, her şeyde onun parçalarını arama, huzuru ve sevinci iliklerine kadar yaşama süreci başlar. Sonra bu seyir, tedrici olarak bahara erişmeyi hedefleyen bir sülûk hâlinde devam eder…
Aliye öteden beri dünya nimetlerine meyletmemiş, evvel emirde aşkı tek ve asıl menbaından tatmış ezel nasiplisi bir kul olduğundan, bu müddetlere takılmadan sevgilinin attığı tohumları hemen yeşertmek adına canını ser sebil edercesine yola koymuştu. Çünkü onun içinde bulunduğu bahar mevsimi ilk ve son ibareleriyle adlandırılamayacak kadar nihayetsiz ve sınırsızdı, o zaten aşk için doğmuştu. İşte fecre değin gâh dilsiz dudaksız cümlelerle, gâh uzun uzun konuştukları o gece, sevgilinin dile getirdiği bir cümle bu nihayeti olmayacak bahara delil niteliği taşıyordu. “Güzelim, sen bir yudumda kanacak ruhlardan değilsin. Ben Ay isem, sen benim suya yansıyan aksimsin…” Esasen belki yüzyılda bir rastlanacak seviyede olağanüstü bir hal olan bu vasıflandırma, ancak Aliye gibi Rabbani bir tuhfe olarak dünyaya inmiş kabiliyetli ruhların kârıydı.
Aliye, o Ardıç Ağacı misali varlık tohumunu can haline getirecek usta elini bulmuş, ruhu bizzat onun varlığı potasında kıvam bulmaya başlamıştı. Şimdi yarım kalan eğitimini tamamlamak ve zahirde onsuz geçen ömrünün her anını telafi etmek için canla başla çalışıyordu. Bir ayağı daima sevgilinin kapısı eşiğinde hem kâinat kitabını hem kendi kitabını onun gözüyle okuyor yazıyor ve bu aşkın meyvelerini âleme ikram etmek gayesi içinde, hocasının derya gibi akan ilminden kanmayan doymayan bir toprak gibi daima yudum yudum içiyor içiyordu. Bu öylesine bir ilimdi ki, yıllar içinde gönlünde onulmaz yaralar açan boşlukları bir bir dolduruyor, kâinata ve hemen her şeye ibret ve hikmet nazarıyla bakmasını sağlıyor ve bu hikmetler onu yaradılış gayesine her an bir adım daha yaklaştırıyordu.
Günler ayları kovalıyor, Aliye artık bedenini adeta bir binek misali, hem manevi hem dünyevi cephede bitmek bilmeyen bir enerjiyle durmadan koşturuyordu. İçinde bulunduğu akademik çevrede hayranlık uyandıran çalışmalara imza atıyor, döneminin büyük akademisyenleri genç kızın bu çalışmalarını yakından takip ve takdir ediyordu. Manevi cephedeki seyrini ise, yine içinde bulunduğu çevrede onu yakinen tanıyan ya da tanımayan hemen herkesin, Aliye’nin çalışmalarında “Aşkın Felsefesini” yaptığına dair ortak bir fikirde buluşuyor olması vazıh bir şekilde ortaya koyuyordu. Aslında bu tanımlama, onun yolculukta ki “iki kanat” metaforunu ne kadar ustaca kullandığının ve hocasının elinde tamamiyle aşk kesilmiş bir can olduğunun mutlak delillerinden sadece biriydi.
Kimilerinin uzun yıllar uğraşarak kat ettiği yolu genç kız akılları durduracak seviyedeki zekâsı ve idrakiyle kısa sürede kat etmiş, hocasının ona asıl gaye olarak belirlediği “insan yetiştirme” vazifesini icra etmek üzere yola koyulmuştu. Artık genç dimağlar, bir ulu sultanın imbiğinden süzülerek tertemiz hâle getirilmiş öğretilerle dolacak, öğrencileri Aliye’nin kemâl seviyesindeki bakışıyla, yepyeni bakış açıları yepyeni dünyalar kazanacaktı…
2 Yorum
Nerede bu usta🥴?
Muhteşem 💐