“İngilizce under(standing) ve Almanca ver(stehe) anlamak demektir. Standing ve stehe ‘durmak’ kökünden gelir. Yani bir şeyleri idrak edebilmemiz için önce bir durmamız gerekir.”
Sizleri hayal gücünüzü kullanmaya davet ediyorum; kapatın gözlerinizi ve annenizin rahminde olduğunuz o huzurlu ana geri dönün.
Sizi besleyen, sımsıcak saran, kuşatan ve koruyan bir dünyadasınız. Ne dert var ne tasa, ne geçmişin pişmanlıkları var ne gelecek korkusu. Dışarıda başka bir âlemin olduğundan bîhaber, tüm gerçekliğin ve hayatın bu olduğunu zannediyorsunuz. Huzurlu bir dünyada yaşayan bir embriyo iken dokuzuncu aya girilmesiyle beraber sizin için artık bu dünyadaki yaşamınızın son anları da başlamış demektir. Sizin için sıfır noktasında yani babanın spermi ile annenin yumurtasının birbirini bulduğu anda başlayan bu hayat, dokuzuncu ayda artık kemâl noktasına ermiş ve sona doğru yaklaşmaktadır.
Doğum anının gelmesiyle beraber artık sizin o huzurlu dünyanız alt üst olur, adeta kıyamet kopmuş gibi her şey allak bullak olmaktadır. Sizi bu dünyanın dışına iten kasılmalar başlamış, mutlu ve huzurlu olduğunuz âlem olan ana rahmini terk etmekte, dar ve sıkışık bir tünele doğru itilmektesinizdir. Huzurlu ve mutlu olduğunuz o dünyayı terk etmek istememekte ancak elinizden de hiçbir şey gelmemektedir. Artık o tünele girdiniz, her şey bir süre için karanlık, rahmin o huzur verici pembe ışığı yok artık, dört bir yanda sizi sıkıştıran müthiş bir basınç var. Bir anda eski hayatınızın artık bittiği gerçeği ile yüz yüze kalmışsınızdır.
Şu ana kadar anlattıklarımız bebek için anne karnındaki hayatının bittiği, yani o hayata ölünüp yeni bir âlemdeki hayatına doğduğu anı anlatmaktadır. Bebek o tünelden çıktığı ve ilk nefesi sıvı dolu ciğerlerine çekip ağladığı anda artık eski hayatına son vermiş ve yeni hayatına başlamıştır. Normal şartlardaki ölüm anlarına tanıklık ettiyseniz, ölümün buna benzer bir tecrübe olduğunu da gözlemlemişsinizdir. Embriyonun gelişimi üzerinde biraz düşünürseniz, aslında şu anki hayatımızdan çok da farklı bir sistem olmadığını ve kendini bu hayatta tekrar ettiğini de fark edebilirsiniz.
Ölüm, durmanın son noktası değil midir? En azından bu gerçeklik süresinin bitişi ve bizim için bu hayatla ilgili her şeyin durduğu andır. Nedense özellikle modern toplumlarda bir tabu olan ölüm gerçeği ve ölümden sonrası, kaçınılması gereken, konuşma bir noktada oraya gelirse konuyu değiştirmemiz gereken, başımıza gelene kadar bodruma atılıp kilitlenmesi gereken bir konu. Niye ölüyoruz? Neden bizi yaratan ezeli (başı olmayan) ve ebediyken (sonu olmayan) bu gerçeklikteki her şey sonlu?
Günümüzde durmaktan korkan, durunca düşeceğini, her şeyin biteceğini sanan çok insanla karşılaşıyorum. İdrak edebildiğim kadarıyla bunun iki sebebi var. Bunlardan ilki seyahatlerinden, havadan sudan muhabbetlerinden, gündelik hayatın getirdiği dikkat cezbedici şeylerden sıyrılıp bir an durdukları zaman, o mahzene kilitledikleri ve yüzleşmek istemedikleri gerçek sorularla yüz yüze gelme korkusu. İtiraf ediyorum ki bu sorular her zaman hoş olmayabilir, karanlık tarafımızla yüzleşmek de cesaret işidir. Ancak filmlerde gördüğümüz mahzendeki her yaratık gibi bu bastırılan düşüncelerin de er ya da geç yukarıya çıkma eğilimleri vardır.
Geçtiğimiz aylarda, uzun zamandır görüşmeyen ve aralarında çocukluk çağlarından itibaren büyük sorunlar olan bir anne kızın tekrar görüşmesine şahit oldum. Anne konuşmaları gereken gerçek konuların gündeme gelmesinden o kadar korkuyordu ki tüm buluşma boyunca bir an bile kızına sen nasılsın diye sormadan, çıktığı lüks seyahatleri, aldıkları yeni arabayı, havanın ne kadar sıcak olduğunu anlattı. Ayrıldıklarında zavallı kızın söyleyebildiği tek şey “En azından kavga etmedik” oldu. Biz durunca yüzeye çıkan bu şeylerle eninde sonunda yüzleşeceğiz, bundan kaçış yok. İster bir panik atak sırasında ister ölürken ya da bir terapi sırasında. Mahzendeki bu yaratıklar sürünerek yukarıya çıkacaklar. Üstelik ne kadar beklersek o kadar kaldıkları karanlık ile büyümüş ve güçlenmiş olacaklar. Ne dersiniz bu yüzleşmenin zamanını ve şartlarını biz seçsek daha iyi olmaz mı?
Durmaktan korkmanın iki sebebi olduğunu söylemiştik. İkincisi ise özellikle bu dünyadan sonra hiçbir şeyin olmadığına inanan, dolayısıyla sadece bu dünya için yaşayan insanların tüm bunları kaybetme ihtimalleri olan bir noktada yaşadıkları korku. Bu korkunun kaynaklarından birisi yaratılışımızın en derinlerine kodlanmış olan var olma içgüdüsü. Tüm hücrelerimiz, atomlarımız varlığını sürdürmek üzere programlanmış. Ancak ne hikmettir ki bu yaratılış başı ve sonu olan bir gerçeklik.
Dünyadan alabileceğimizi alalım, varlık hânemize ne katsak kârdır diyen, sonu kaçınılmaz olarak ölümle bitecek olsa da zamanla yarışan insanlarla bir arada olma şansım oldu. Genelde büyük şehirlerdeydiler, ancak daha küçük yerlerde yaşayan, doğayla ve daha da önemlisi kendi doğalarıyla biz şehirlilerden çok daha fazla temas halinde olan arkadaşlarım da oldu. Şehrin kolaylıklarından uzak olmanın getirdiği tüm zorluklara rağmen hayatlarının her anı o kadar doluydu ve hayatın her anına bizden o kadar daha fazla iştirak ederek yaşıyorlardı ki, bizim gibi vesvese yapmaya, geçmişe takılıp gelecek için endişelenmeye vakitleri yoktu. Doğayla kurdukları ilişki onlara hayatın mekaniğini daha iyi anlama fırsatı, ölümün de bunun bir parçası olduğunu gözlemleme, onun korkulacak bir şey değil, sürekliliği olan bir sistemdeki bir “durma ve yeniden başlama anı” olduğunu idrak etme şansı veriyordu. Hocam Cemalnur Sargut’un hep ifade ettiği gibi; “Ölüm bu odadan yan odaya geçmektir. Dıştan içe geçmektir. Korkuyoruz, çünkü içimizi tanımıyoruz. İçimizi bilsek biz de Mevlânâ gibi ölümü Şeb-i Aruz olarak göreceğiz. Sevgili ile buluşma anı diyeceğiz.” Burada fark ettiyseniz ölüm bir geçiş anı olarak anlatılıyor. İnsanoğlu bilmediğinden korkar, ölümden de bilmediğimiz için korkuyoruz, ama burada asıl bilmediğimiz kendimiz. Kendimizi hakkıyla bildiğimiz zaman zaten bu bilgi bizi ikilikten alıp birliğe geri götürecek. Her şeyin ve ötesinin O olduğunu anlayan birisi için ölüm korkulacak bir şey değil, heyecanla beklenen bir kavuşma anı haline gelir.
“Her canlı (nefs) ölümü tadacak ve sonunda dönüp huzurumuza geleceksiniz.” (Ankebût, 57)
Kimilerine çok da sempatik gelmeyen bu sûre aslında bu hayatın gerçekliğini en çıplak haliyle ortaya koyan ve biraz üzerinde “durup” düşünülmesi gereken bir sûredir. Ölüm fikrinin özgürleştiriciliği ve ölümle barış yapmanın mutluluğa potansiyel katkısı burada çok güzel ifade ediliyor. Bu sûre bizi durmaya davet ediyor. Sanki Yaradan bize şöyle sesleniyor; “Dönen bir çemberin içinde yorgunluktan bitap düşene kadar koşan insanoğlu! Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi ölümü görmezden gelmeye çalışan korkmuş çocuk! Bak senin önüne en çıplak en kaçınılmaz gerçeği koyduk, bu hayat bir gün bitecek. O yüzden kendi kuyruğunu yakalamaya çalıştığın bu koşuya bir ara ver, bir an için dur. Kendini biraz geriye çek ve bu hayatta ne gerçekten önemli, bunun hakîkatini görmeye çalış, bu yaratılışı ve varlığının sebebini idrak et.”
Ben açıkçası bir gün öleceğimiz gerçeğinin bu sûredeki gibi ifade edilmiş olmasını çok özgürleştirici ve rahatlatıcı buluyorum. Düşünürsek, bu hayatın biteceği gerçeği aslında bizi birçok bakımdan özgür bırakıyor. Ölüm fikrini bize hayatta gerçekten önemli olan şeyleri bulmak ve onlara yoğunlaşmak için verilmiş önemli bir fırsat olarak görüyorum. Hayatı bu gözle görmeye başladığımızda boşu boşuna canımızı sıkıp dertlendiğimiz birçok şey ölüm karşısında önemini yitiriyor.
İsterseniz bir gün vaktinizi ayırın ve pek kimsenin olmadığı bir vakitte mezarlığı ziyaret edin. Bütün o önemli problemlerimiz, alamadığımız o ev, maaşımızı arttırmayan patronumuz, canımızı sıkan sevgilimiz, bunlar biz orada sakince yatan merhumların arasında yürürken acaba eskisi kadar önemli gelecekler mi gözümüze? Sadece iki jenerasyon sonra bu dünya üzerinde bizi tanıyan kimse kalmayacak.
Bundan kastetmeye çalıştığım şey her şeyi boş verip nasıl olsa hepimiz öleceğiz diye şampanyaları patlatmak değil tabii ki. Kastettiğim şey aktif bir rıza, bu hayatın anlamına yoğunlaşmak, dikkatimizi zıtlıklar üzerinden hayatla ilgili dersler çıkartmaya yöneltmek, o sorunlar, sıkıntılar bize ne anlatmak istiyor idrak etmeye çalışmak, ne istediğimizi bulmak, buna göre hedefler koymak ve o hedeflerin peşinde bu ömrü dolu dolu yaşamak; yani hayatımızın her anına iştirak etmek. İşte ölüm gerçeği bize tüm bunları yapma fırsatı veriyor.
Neden korkuyoruz ki? Nasıl olsa hepimiz bir gün ölmeyecek miyiz?