Her dakika hissediyorum ki kalbimin çevresindeki damarlar daralıyor. Attığım her adım, yorgun bir serçenin kanat çırpışı kadar zorlaşıyor. Sanki bir an ölüp dirilmişim.
Nazlı, düğünümüzün ihtişamlı olmasını istiyordu, bense memleketteki annemi geçindirmenin yollarını arıyordum. Yaptığım iş oldukça yorucu, ancak elime iyi para geçiyordu. Bu işin bana verdiği tecrübe, kötü bir insan olmama yol açtı. Yıllar önce, patronuma güvenmiş ve banka hesaplarıma istediği gibi girebileceği yetkisini vermiştim. İlk zamanlar işlerim oldukça güzel gidiyordu, şirket iyice ün kazanmıştı. O sabah -sık sık olduğu gibi- bir toplantım vardı. Misafirlerim gelmiş, dosyalarımı açmıştım. Sunumu yaparken kapı birden aralandı. Boyu benden küçük, iki polis tutuklama kararının ve yakalama emrinin olduğunu söylemişti. Patronuma sorduklarında, bütün bakışlar bana yöneldi. İki elimi uzattılar, beni zorla şirketten çıkarmışlardı. O anlarda ne düşündüğümü fazla hatırlamıyorum. Büyük bir utanç kaplamıştı dört bir yanımı. Suçlu olduğum ortadaydı. Gaziantep’te yasal olmayan kumarhanelerin paraları, banka hesaplarıma geldiğini kanıtlayan birkaç evrak gösterdiler. Ne dediğimi duymuyorlar, sadece itiraf etmemi istiyorlardı. Jandarmanın, masum köylüyü döve döve kabul ettirdikleri suçlar gibi. Bir an önce verdikleri acıdan kurtulmak istiyordum. Sorgum uzunca sürdü. Bir yandan Nazlı’yı düşünüyordum. Benden aldıkları on beş sene, önemli değildi Nazlı’nın yanında. Sonradan anladım, Nazlı’dan daha büyükmüş mesele.
Her görüş günü, damarlarımdaki kanın akışını bütün vücudumda hissediyordum. Nazlı, masaya oturmuş gelmemi bekliyordu. Onu çok özlüyordum, koşar adım yanına yaklaştım ve karşısına geçtim. Gözleri yorgun bakıyordu, ellerini bana doğru uzattı ve bir daha gelmeyeceğini söyledi. Bir hafta geçmişti. Aksilik çıktı, gelir dedim. Gardiyana sorduğum kaçıncı gün, artık sayamıyordum.
9 yıl sonra içerden çıktım. Bıraktığım gibi değildi yollar, insanlar, aynada baktığım yüz… Birkaç ay kendime gelmeye çabaladım. Şehre alışmıştım ve suçsuz olduğumu ispatlamak için, planlar kuruyordum kafamda. Bu olacak iş değildi. Şehir oldukça kalabalıktı ancak kimseyi tanımıyordum. Bu yalnızlıkla nasıl başa çıkacaktım. İçerdeyken tek düşlediğim şey şehrin sokaklarıydı. Yarı zamanlı bir iş buldum önce. Bisiklet sürdüm, sinemaya gittim, sokak satıcısından mısır yedim, kuşları besledim ve vapura binip birkaç iskele gezdim. Geçmişi hatırladım: İstanbul köylerini Pazar günü gezerdim. Kim benim farkıma varacaktı yazın? Ben güz mevsiminin insanıyım!
Bahar sonu, yolculuk yapamaya karar vermiştim. Altı saat boyunca bir trende oturdum. Tren boş ve neşesiz, iki tarafta memleketler akıp gidiyor. Her tarafta çocuklar koşuyor, gülüyor ve ağlıyor. Yaşlı bir kadın namaz vaktini geçirmiş ama okuduğu romanı elinden düşürmüyor. Kirli sakallı bir eşkıya elindeki şişeyi bitiriyor, sakalı uzadığı için beyazlarının çoğu görünüyor, şapkasından itibaren soğuk terler akıyor…
Oradaki vaktim çok daralmıştı, dudaklarım kurudu. Bu müddet zarfında yanımdaki genç kadın ince ve yavaş bir sesle düşüncesini söyledi “endişeli görünüyorsunuz, size yardım edebilirim.” O kadına, düşüncelerimi ve hissettiğim duyguları anlatmak istiyordum. Konuşmak için yeltendim ancak nereden başlayacağımı bilemediğim için ondan uzaklaştım. Memlekete gelmiştim. Gitsem bulur muyum, görsem hatırlar mıyım top oynayıp, koşuşturduğum yolları?
Kasabada ikindi vakti. Severim böyle havaları. Şapkam, şemsiyem, paltom yeterli olacak orada olmaya. Yeşile bürünmüş dallarda birkaç kırlangıca rastladım. Kırlangıçların 9 değil, 8 yıl yaşadığını öğrenince baya sarsıldım. Allah bilir kaç kırlangıca rastlamadan ölecektim. Geçmişi hatırladım, daldım öylece… Çocukluğumdan beri merdivenlerin bir basamağını seçip oturmayı hep keyifli bulurum. Sokak aralarındaki, sahil kenarlarındaki merdivenler… İnsanlarla arama ördüğüm taşlardan daha yumuşak basamakları. Bütün gün üzerime yağmur yağsa da gitmek gelmiyor içimden. Sırılsıklam oluyor her yer. Ellerinde poşetlerle nefes nefese kalmış kadınların, birkaç saniye dinlenebilmek için duraksadıklarını izliyorum. Çocukların veyahut çocuk kalmak isteyen gençlerin, korkuluktan kahkahalarla kaydıklarını seyretmek heyecanlandırıyor beni. Bir de kuşlar ve kediler var. Onlar her yerde var. Merdivenin bir kuşu döneceğim deyip gelmemişti, gemi küpeştesine gitmiş duyduğuma göre. Ancak merdivenleri seçenler daha özeldir. Hem burayı süsleyen evler de var. Yoksul evler, büyükçe bahçelerin içinde sıvasız, badanasız, tuğla evler… Pencere hizasında sokağa doğru çıkıntısı olan kafesli bölümlerdeki parlaklık yıldızları utandırıyor. Yine o hizada çember olmuş kargaların yüksek seslerini duyuyorum. Güneşi bolca alan yokuşlarda sokakların tarihi rengi üstüne bastıkça beliriyor.
Kasaba bıraktığım gibiydi. Hatta sokağın sonunda, köşeyi döndüğümde Nazlı’yı bile görebilirdim. Onu görmeye birkaç adım kalmışken, ayaklarım geri gitti. Küçük kızını, oyun oynarken fark ettim. Tıpkı annesi Maşallah, Allah nazarlardan saklasın. Bakkal Cevdet’ten öte beri alıp vermeyi düşünmüştüm. Ama en son haberi geldiğinde hastanelik olmuştu adamcağız. Babası içerden çıktığı vakit, annesine ve kendisine işkence etmeye devam ediyormuş. Kazandıkları iki kuruş ekmek parasını da zorla alıyormuş kansız. Babası kaza geçirip yatalak olunca, iyice öfkeli bir insan olmuş. Şimdi hiç gülümsemiyor, çok nadir konuşuyor. Cevdet kafayı yemesin de ne yapsın!
Kasabada beni tanıyan kimse çıkmadı. 58’ime bastım, nasıl tanısınlar zaten (!) Bu tepemden sürü sürü uçan kuşlar kadar vaktim olsa, birden fazla planım olurdu.
Doğduğum eve yaklaşmıştım. Annemi ne çok özledim! Kapıya vursam da açsa keşke “hoş geldin, güzel oğlum” dese yeniden. 10 sene evvel göçtü oradan. Biz ölünün arkasından ağlamayız. Çok tuttum kendimi ama dayanamayıp ağladım, çok ağladım. İnsan, annesini kaybedince hayat daha zor geliyor. Güzel elleriyle, dikiş dikerdi. Ucuzca bir aletti. Motor başladığı zaman tam devire ulaşan sonra kavrama ile motorun hareketini, maliyeye kayış ile aktaran ancak aşırı hızlı olduğu için aktarma sırasında gücü kontrol edilmeyip seri şekilde çalışan bir sanayi tipi dikiş makinesiydi. Kıyafet dikerdi bana, mutlu olurdum. Ne hoş hatıralardı. Oradaki vaktim dolmuştu artık, gece treniyle geri dönmeye karar vermiştim. Hissediyorum ki zihnimdeki fikirler çok acayipti. Kırık kalbime uzun zamandır iyi gelen bir şey yoktu. Oysaki ben herkesi affetmeye hazırdım.
Şehre geri döndüğümde, arındığımı hissettim. Bu yaştan sonra haklı olmak ne işime yarayacak diye düşünüyordum… Üç dört gün evden çıkmadım, perdeleri açmadım, bir iki lokma yedim sadece. Keyif alamamak nedir çok iyi öğrendim bu hayatı yaşarken. Suçsuz olduğumu kanıtlamaktan, Nazlı’dan ve şirketten vazgeçmiştim. Her sabah kahve içerken, gazete okuduğum kafedeki hanımefendiye bakmaktan da vazgeçmiştim. Bu onu üzmüş olacak ki benim orada olduğum saatte, gelmeyi bıraktı. Öğleden sonra bir kez denk gelmiştim, ordan biliyorum. Bana kalan son birkaç yılı, sessiz ve sakin geçirmek istiyordum. Öyle ya da böyle bugünlere geldim.
Geçen sabah yine kedileri besleyip, kahve içmeye gittim. Düşmüşüm gidiş yolunda öyle söylediler. Hasta değilim ben doktor. Yorulmuş, yaşlı bir adamcağızım. Birkaç ilaç yazmıştın geçen geldiğimde. Onlardan yaz yine iyi geldi bana. Sen merak etme kimsem yok diye, suçlamıyorum onları. Gönder beni eve hadi!