Gökyüzünde uçan bir kuşu seyre daldığımızda birçoğumuzda uyanan his özgürlük olur sanırım. Bizi yer çekimiyle ve görünmez prangalarımızla dünyaya bağlayan her şeyden sıyrılıp kanatlanmanın, gökyüzünde şöyle bir süzülmenin hayali bile, özgürlük hissinden birkaç damla üzerimize serpmeye yeter.
Sevgi gibi, anlaşılma gibi ‘özgürlük’ duygusunun da insanın temel ihtiyaçlarından olduğu kanaatindeyim. Öyle olmasa, tarih boyunca esaret karşısında ölümüne savaşlar verilmez, bunca kahramanlık hikayeleri, destanlar anlatılagelmezdi. Halen anayasalarda, insan hakları beyanlarında, meydanlarda sıklıkla özgürlüğün vurgulanması da bunun ne kadar zamandan ve mekandan bağımsız bir kavram olduğunun göstergesi olsa gerek. Peki acaba özgürlük kavramının mahiyeti, günümüz modern toplumunun algıladığı özgürlük anlayışıyla aynı safta mı dersiniz?
Bu kavramın öncelikle kendi dünyamdaki dönüşümünü anlatmak üzere bir anekdot paylaşmak isterim.
Yıllar önce, yakın bir dostum hayatındaki bazı zorlukları atlatabilmek adına bir yaşam koçuna başvurmuştu. Daha sonra, oradan öğrendiği bir uygulamayı bizimle paylaşmak üzere kalemini kâğıdını çıkardı ve bize değerlerimizi sordu. Benim için en öne çıkan değer özgürlüktü. İki çocuk annesi bir eş olarak özgürlüğe dair hayalim, herkesi geride bırakıp uzak diyarlara gitmek, hakiki bir seyyah olup haftalarca, aylarca insanların, toplumların, coğrafyaların hikayelerini dinlemek, bu hikayelerden hayatın anlamlarını süzebilmekti. Özgürlüğü hep ‘fiziken’ gitmekte görüyordum.
Bugün, böyle bir deneyim ve zamanla dönüşüme uğramış bir bilinçle etrafıma baktığımda, özgürlüğün içsel bir dürtüyle modern yaşam biçimleri arasında bir yerlerde sıkıştığını görüyorum. Kişisel gelişim kitaplarındaki ‘sen önemlisin’lerde, ailesini unutan babaların makam koltuklarında, küçük(!) kaçamaklarında, çocuklarını unutan annelerin kariyer sevdalarında, şuurlarını içki şişelerine akıtan gençlerin geçici hazlarında, ‘story’lerde yaşadıkları göstermelik hayatlarda, kadınların estetik ölçülerden ve doğallıktan uzak giyim kuşamlarında, komşu sesinin giremediği, misafirlerin süsleyemediği büyük, boş hanelerde ve aslında hiç farkında olmaksızın tüketim kültürünü şahlandırmaya yarayan birçok adımda hep o sıkışmış, arafta kalmış, hakikatine erişememiş özgürlük arayışını görüyorum. Ve soruyorum, özgürlük yalnızca fiziki sahaların oyuncusu mudur yoksa metafiziğe doğru uzanan bir hakikati mi vardır?
“Bir ben vardır benden içeru” der Yunus. Birçok ‘şeye’ sahip olup kalpteki boşluğu bir türlü dolduramayan insan, özgürlüğü ikinci ‘ben’in, yani yüzeydeki benin etrafına bir yerlere yerleştirmeye çalışıyor anlaşılan. Tüm tabuları yıkabildiği, varoluşunun en alt seviyesindeki nefsani arzuları özgürce(!) karşılayabildiği nokta, bugünün özgürlük kavramına karşılık gelir oldu. Ne yazık ki, bu sığ özgürlük, Yunus’un bahsettiği o içerideki ben’e götürmüyor insanı. Yüzeyde, dalgaların ortasında bir yerde savurup duruyor. Bu yüzden insan o sığ özgürlüğü ne kadar tadarsa tatsın kalbindeki boşluklardan, ruhundaki karanlıklardan, göğsündeki sıkıntılardan ve bunalımlarından kurtulamıyor.
Bedensel içgüdülerin insanın ruhuna tahakküm ettiği yer, hakiki özgürlüğün esarete yenik düştüğü yerdir aslında. Üstelik o esaret öyle sinsidir ki, gerçek kimliğini göstermek bir yana dursun, bir özgürlük savaşçısı olarak boy gösterir meydanlarda. İşte akıl, böyle zamanlarda pek kıymetlidir. Aklını kullanabilen, esaretin ve özgürlüğün hakikatini idrak edip bedenden ruha uzanan köprüler kurabilendir.
Tüketim kültüründen bir nebze yüz çevirip içerideki ben’e bakabilsek, hakiki özgürlüğün ışıltısını görebiliriz. Tüketim hırslarımız, daha fazlasına sahip olanlarla kıyaslayarak alevlendirdiğimiz kıskançlıklarımız, ötekini kendileştiremediğimiz noktada devleşen öfkemiz, markalarla şişirdiğimiz kibrimiz kalbimizi kelepçelerken, hakiki özgürlüğe erişmek ne mümkün?
Psikoloji bilimini, dürtüleri şahlandırarak tüketimi artırmak üzere kullanan modern dünya içinde, iradi basitliği seçerek bir kapı aralayabiliriz hakiki özgürlüğe. Bilmeliyiz ki dürtülerimize istediklerini ne kadar verirsek verelim, doymayacak bir yapısı var. İnsan ebediyetin, güzelin kokusunu, başvurduğu bu yüzeysel yollarla alamadığı için bir türlü doymuyor, doyamıyor. Ebediyete, güzele olan açlığını gidermek için bütün o fiziki arayışlar, saldırmalar. Bilse ki fiziğin ötesinden gelen bir letafet var, bilse ki sığ özgürlüğün esaretinden kurtulabildiği noktada tadacak ebediyeti, güzeli ve gerçek özgürlüğü, bırakır elbet yüzeyde oyalanmayı. Dibe dalıp inciyi aramaya başlar tez vakitte.
“İki krala bir dünya yetmezken, iki dervişe bir kilim yeter.” demiş büyükler. Satırlar boyu tükettiğim onca cümlenin fazlalıklarından arınıp ferahlamış, özgürleşmiş hali sanki. Bir cümle, bir kilimle özgürleşmek bu devirde de mümkün mü sizce?