Gelincik

Hümanur Bağlı
3 dakika
-+=

Üzerinden yüz küsur gün geçtikten sonra da olsa deprem bölgesine gitme fırsatım oldu. Bölgede yıkılmış binaların çoğunun hasarlı, yıkık ya da eksik halleri bile yok, artık enkaz kaldırıldığı için bu tür binaların çoğu yol boyunca görünmüyor. Artık sadece büyük geniş arazilerin içinden geçiyoruz. Hepsinin üstü çayır, çimen ve onları süsleyen kıpkırmızı gelincikler. 

Ekranlarla aktarılanları, insanların anlattıkları hikayeleri duymasak buralar uzundur bâkir ve meskûn olmayan alanlar sanılabilir. 

Neden hafıza mekanları, anıtlar, müzeler var, şimdi daha derinden anlıyorum. Bunlar sadece bir boş zaman geçirme aktivitesi, bilet kesilip para kazanılan birer hizmet biçimi olmasa gerek. Hayati bir fonksiyon saklı bu tür mekanlarda, kurgularda. Çünkü buralarda yapılacak çok fazla şey var, ama sadece öncesi-sonrası hikayesi içinde depremi yaşayanlar hatırlarsa olup biteni, hızlıca ve toplumca uykuya dalabiliriz.

Evet, ne de olsa “hafıza-i beşer nisyan ile mâlul”. Yani insanın hafızası unutmaya programlı. 

Hafıza unutmaya programlı, bunda bir hikmet var muhakkak ama unutmak her şeyin çözümü mü? Unuturken başka neler de yanında gider? Ya da hatırlamak neleri yanında geri taşır? Müze ile “muse” yani ilham kelimesinin aynı kökten geldiğini düşününce, hatırlatıcı olmanın başka açılımları da ortaya çıkıyor belli ki. İlhâmın âna dair manaları geçmiş vurgusunu azaltıyor, bugüne getiriyor, hatta geleceğe taşıyor.

Belki hatırlatma bir mekanizma olarak sadece bizleri harekette daim kılacak kadar, tabiri caizse bir tür rutin alarm niteliğinde olmalı, içinde barındırdığı özel ilhâmı da kaybettirmeden. Sürekli kabuk bağlayan bir yarayı açıp durmanın aracı olmamalı, ama atâlete de sürüklememeli. 

Hatırlama hüznü hürmetle, acıyı sükunetle harmanlamalı. Yaşanmış, geçmiş ama izi kalmış olan şeyleri parodize etmemeli. Geçmiş olanı ne mumyalayıp canlı gibi göstermeli ne de kasvet içinde bir çukur gibi tahayyül ettirip içine çekmeli.

İnsan unutmak kadar hatırlamaya, hatırlatıcı izlere de ihtiyaç duyuyor, “dem bu demdir” diyerek ânı yaşamanın erdemi büyük, ama ânın derinliği de onu kollarında taşıyan geçmişe bağlı.

Ama görüyorum ki, yine de depremi yaşamış ya da yaşamamış bütün çocukların ne olursa olsun anda kalmaları, gülmeleri, oynamaları, kendi yarattığımız geçmiş ya da geleceğe takılıp kalan bizlere ibret. Onlar hal ne olursa olsun, her gün her an yeniden doğuyorlar, çiçeklerden taç, çamurlardan çorba, bizim gibi geçici misafirlerden oyun arkadaşı yapıyorlar. Karşılarına çıkan sevmeye ve sevilmeye müsait her şeyi o âna çekiyorlar.

Gelincikler de tıpkı çocuklar gibi, ya da çocuklar araziyi örten bu gelincikler gibi her gün taşların, cürufun içinden neşeyle çıkıyor. Tıpkı kendisine adını veren gelinler gibi bir seferlik eteklerini açıp, üstüne iğnelenmiş altın kurdelesiyle aynı renkte kıpkırmızı danslarını yapıyorlar. Viranenin rengi griye inat kendilerini bayrak bayrak boyuyor, milli marş gibi, devrim türküsü gibi, aşk şarkısı gibi anda kalarak, ânı kullanarak gümbür gümbür söylüyorlar. 

Gelincik enkazı örtse de unutmuyor, unutturmuyor, hürmetle anıyor. Geçiciliği ile bütün fanilere katılıyor.

Gelincik, adı gibi erkenden evinden çıkan, gurbetle vuslatı birleyen bir eş. Kıştan çıkmış baharın, gelecek bütün baharlara selâmı. 

Gelincik ve çocukların hepimize selâmı var. Hafızayı silmeden, ânı kaybetmeden, geleceğe de kırmızı değil yeşil ışıklar yakarak. Bilelim ki bu bir destek değil, paylaşma talebi.

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam