Yazılarıma yazacağım kavram ile ilgili etimolojik bir giriş yapmayı seviyorum. Sebebi, dilin o kültürün ruhunun bir dışa vurumu olması ve içinde gizlediği hikâyelerle manayı idrake yardımcı olmasıdır. Kelime kökenlerine indikçe hiç aklıma gelmeyen birtakım açılımlar meydana gelir. Mademki konumuz seyahat o zaman kelimenin kökenlerine göz atarak başlayalım.
Arapça syḥ kökünden gelen siyāḥa(t) سياحة “gezi” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça sāḥa “serbestçe gezdi, dolandı” fiilinin fiˁāla(t) vezninde mastarıdır. Bu fiil Arapça swḥ kökünden gelen sāḥa(t) ساحة “serbest alan” sözcüğü ile eş kökenlidir. Seyahat ile eş anlamlı kullanılan bir diğer kelime “sefer” kelimesidir; “yüzünü açmak, tan ağarmak, örtüyü kaldırmak” gibi anlamlara gelir.
Seyahat dediğimiz zaman hem yeni yerler görmeyi, yeni deneyimler yaşamayı kastediyoruz hem de kendimize serbest bir alan açabilmekten bahsediyoruz. Gündelik hayatın zihnimize üşüşen sorunlarından seyahat sırasında geçici bir süre için olsa bile kurtulduğumuzda bu serbest alanı kendimize açmış oluyoruz. Bu alan bize kısa bir süre için de olsa olayları farklı açılardan görebilme, alışageldiğimiz normların dışında düşünebilme şansı veriyor. Gittiğimiz yerin insanları bizimle benzer sorunların üstesinden bizden farklı biçimlerde geliyorlar veya bizim sorun dediğimiz şeyler orada sorun olmayabiliyor. Bunun delilini de sefer kelimesinin açılımlarından birisi olan “örtüyü kaldırmak” anlamı içinde bulabiliriz. Seyahat sayesinde zihin bagajında taşıdığımız yükleri boşaltıp adım attığımız her deneyim, bizi besleyen ve canlandıran bir alışverişe dönüşüyor. Yüklerden, alışageldiğimiz fikirlerimizden ve önyargılarımızdan kurtulmak bizi daha dinleyici, daha alıcı hale getiriyor, adeta gözümüzden bir örtüyü çekip kaldırıyor.
İşte tüm bu sebeplerden dolayı sûfîler de seyahate önem vermişlerdir. Büyük mutasavvıfların hayat hikayelerini incelediğimizde bazen sadece bir kitabı okuyabilmek için yaya veya at sırtında aylarca seyahat edip evlerinden uzak kaldıklarını görürüz. Seyahat onlar için bir bilgi kaynağına erişmek içinmiş gibi gözükse de aslında seyahatin kendisi, yani yolculuk esnasındaki tecrübeler ve kazandıkları içgörüler çok daha değerli olmuştur. Onlar için seyahat, dış dünyada Yaradan tarafından var edilmiş olanları ve onlardaki ibretleri idrak etmek ve anlamak için çıkılan hem içsel hem de dünyevi bir yolculuktur. Kendisi de seyyah bir sûfî olan Bişr-i Hâfî şöyle demiştir: “Seyahat edin güzelleşin! Çünkü su bir yerde fazla kalırsa tadı değişir!” Ne kadar güzel bir bakış açısı değil mi? Konfor alanımızda çok uzun süre sabit kaldığımız zaman bulunduğumuz ortam artık bizi beslemez hale gelir. Durgun bir suyun zamanla kirlenmesi gibi biz de akıp yolumuzu bulamadığımız zaman maddi ve manevi olarak kirlenebiliriz.
Bu günlerde nasıl seyahat ettiğimize de bir göz atalım isterseniz. Bir uçağa atlıyoruz ve eskiden aylar belki de yıllar sürecek bir yolculuğu birkaç saatte yapıyoruz. İnternetten ya da arkadaşlarımızdan edindiğimiz bilgilerle önceden planladığımız, bir saniyesi bile boş olmayan koşuşturmacalı bir programın sonunda yorgun argın geri dönüyoruz. Hiç kuşkusuz modern teknolojinin getirdiği avantajlar yadsınamaz, ancak bu aynı zamanda birçok şeyi de kaçırmamıza yol açıyor. Ben durup kendimi dinleyebildiğim bir seferinde, seyahatlerde bu koşturmacayı yapmayı hiç sevmediğimi fark ettim. Bazen herkesi o yaptıkları programla baş başa bırakıp, kitabımı ve kameramı alıp bir köşede insanları seyredip, kendimi dinleyerek vakit geçirmeye çalışıyorum. Bu bana bir sürü tapınak ve müze gezmekten fazla bilgi veriyor. Dıştaki zamanı ve içsel zamanımı yavaşlatabildiğim bu anlarda insanları, birbirleriyle etkileşimlerini, yüzlerindeki çizgileri, etrafımdaki renkleri ve her şehrin kendine has kokusunu derinlemesine hissetme şansı buluyorum. Durduğum zaman etrafımdaki zaman da adeta yavaşlıyor; renkler daha canlı, kokular daha belirgin hale geliyor. Bu anlarda en sevdiğim şey gözlerimin gitmek istedikleri yere gitmesine izin vermek, onları yönlendirmemek ve sevdikleri bir şey gördükleri zaman onun üzerinde biraz daha keyifli zaman geçirmelerine izin vermek. Bunun beni müthiş rahatlattığını, anda olmamı sağladığını ve kendime daha fazla alan açtığını keşfettim. Açılan bu yeni alan beni daha alıcı, daha anlayışlı ve daha hoşgörülü yapacak kapasiteyi de sağlıyor.
Kadimlerin yaptığı şekliyle yolculuk seyyahlıkken, bizim günümüzde yaptığımız haliyle yolculuk turistlik oluyor. Bu ikisi arasındaki en büyük fark, turist gündelik hayatının sorumluluklarından, stresinden kaçmak ve uzaklaşmak için bu seyahati yaparken, seyyah bu yolculuğu hayat ile daha çok boyutlu bir ilişki kurabilmek, aklındaki bir soruya cevaplar bulabilmek için yapar. Turist için varılacak nokta önemlidir, seyyah ise ulaşılacak yer kadar yolculuğun kendisine de değer verir.
Değişik versiyonlarını dinlediğim şu hikâyeyi sizinle paylaşmak isterim: Meksika’da İnka tapınaklarına çıkmak isteyen bir grup arkeolog yerli rehberler eşliğinde yola koyulur ve kısa sürede bir hayli mesafe katederler. Bir süre sonra rehberler durmaya ve yolun kenarında oturup beklemeye karar verirler. Görünür bir sebep olmaksızın verilen bu molayı anlayamayan arkeologlar bir süre sonra tekrar yola koyulur. Tapınağa vardıklarında içlerinden biri yaşlı rehbere sorar; “Yorgun değilken ve bir sebep yokken neden o kadar saat oturup bekledik?” Yaşlı rehberin cevabı şöyle olur; “Çok kısa sürede çok hızlı yol aldık, ruhlarımız geride kaldı. Oturduk ve onların bize yetişmesini bekledik.”
Peki bu hikâye bize ne söylüyor? Kanımca iki şey söylüyor; bunlardan ilki bu hayatı bize dayatıldığı gibi koşturarak, içimizdeki boşluk hissini hep yeni bir şeylere yetişmeye çalışarak geçirdiğimizde bu hayatın asıl anlamını, yolculuktan öğrenilecek dersleri kaçırıyor olmamız. İkincisi de gidilecek yere ulaşmak için bazen yolda durup oturmamız ve geride bıraktığımız ruhlarımızın bize yetişmesini beklememiz gerektiği. Bu hayat da bir seyahat değil mi? Bir yerden geldik bir yere gidiyoruz. Ulaşmak istediğimiz noktaya gözümüzü fazla diktiğimiz zaman, aslolanı, yani yolculuğun kendisini kaçırma riskini de arttırıyoruz. Avusturyalı psikolog Viktor Frankl bunu çok güzel ifade eder: “Başarıyı hedeflemeyin, onu ne kadar çok hedeflerseniz o kadar çok kaçırırsınız. Çünkü başarı da mutluluk gibi takip edilemez; insanın kendisinden daha büyük bir yola kendisini adamasının istenmeyen yan etkisi olarak gelmelidir.”
Anlaşılan, başarı mutluluk ya da kendimize hangi hedefi koyduysak artık, ona ulaşmanın yolu hayatın her ânına tam manasıyla iştirak etmekle ve yolda olmakla mümkün. Bunları bir takım dış etkenlerin değişmesiyle değil, iç dünyamızı, yani âlemi algılayışımızdaki bakış açımızı değiştirmekle elde edebiliriz gibi gözüküyor.
Bu açıdan bakınca sanki bütün mesele hânede seyahat hâlinde olabilmekte. Kendiliğimizin gürültüsünde sağırlaşmadan kendimize serbest bir alan açabilmekte. O açılan alan aslında bizim artan kapasitemiz. O kapasiteyi ne kadar arttırabilirsek bu hayattan aldığımız keyfin de o kadar arttığını bir noktada fark edebiliriz. Bunu yapmak da ancak durmak ve ruhlarımızın bize yetişmesini beklemekle mümkün sanki.
1 Yorum
Yazinizi okurken farkettim ki, aslinda seyahat sadece yeni bir sehir yeni bir ulke gormek amacli yer degistirmek degil, mevcut sirketteki isinizden yenisine ya da ayni sirketteki rolunuzden bir yenisine gecmek bile olabilir. Cunku Bisri Hafi’nin dedigi gibi eger tek bir yerde kalirsa insan, maddi manevi toz tutar, guzellesemez, gelisemez. O nedenle aslinda insanin, hayatinin mumkun olan her alaninda “seyahat” etmesi, yolculuguna devam etmesi onemli olan. Tesekkurler