1993 Mayıs’ında Kayseri’de Erciyes Üniversitesi’nin düzenlediği Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevî Sempozyumu’na katıldım. Devamında bizlere birkaç çevre il ve ilçeyi gezdirdiler. Ziyaret yerlerimizden birisi de Hacı Bektaş-i Velî Külliyesi idi. Tarih kokan, ruh kokan, maneviyat kokan bir güzel mekân.
Bir ara çevreyi dolaştım, bahçede ihtiyar, esrarengiz görünümlü bir dut ağacı dikkatimi çekti. Kalın gövdesinde, yaşlı, güngörmüş bir insan yüzü gibi asırların izi okunuyor. Bir görevliye sordum: Nedir bu ağaç, bir özelliği var mıdır? dedim. Adam heyecanlandı, gözlerinin içi güldü, şöyle cevap verdi: “Bu ağaç, Horasan’dan Ahmed Yesevî ocağından fırlatılan ucu yanmış daldır. Gelip buraya düşmüş, sonra yeşermiştir. Bu işareti bulan Hacı Bektaş da burada yerleşmiş, bir ocak açmış, tekkesini kurmuştur. Bu ağaç o gün bu gündür yaşamaktadır.”
Hemen o meşhur menkıbeyi hatırladım: Hani Ahmed Yesevî Hacı Bektaş’ı Anadolu’da görevlendirmişti de orada bulunan erenlerden biri, ortada yanmakta olan ateşten bir odun (köseği) alıp Rum ülkesine, yani Anadolu’ya doğru fırlatmıştı, o odun bir dut ağacı dalıydı, Suluca Karahöyük’e, sonradan Hacı Bektaş tekkesi olacak yere düşmüştü. Vilâyetnâme şöyle der: “O ağaç hala durur, yukarı ucu yanıktır.”
Demek bu ağaç o ağaçtı. Anlatılanlar menkıbe de olsa, heyecanlanmamak mümkün değildi. Eskiden bunun bilgisine sahiptim (ilme’l-yakîn), şimdi bizzat görünce (ayne’l-yakîn) duygulandım. Menkıbe, destan, masal deyip geçmemek gerekir. Bunların kökleri tarihe dayanır ve ilhamını oradan alırlar. Destan ve menkıbeler, halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halkın hayalinde masallaşan târihlerdir.
Tarihçiler Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’den çok sonra yaşadığını söyleye dursun, halkın genel kabulü böyledir.
Kubbealtı Lügati’nde “Köseği” kelimesi şöyle tanımlanmış: “1. Ateş karıştırmak için kullanılan odun veya demir sopa; 2. Bir ucu yanmış odun parçası, eğsi.”
Hikayemizde köseği, kelimenin ikinci anlamı oluyor, ayrıca “eğsi” de denirmiş. Lügatin verdiği açıklamaya göre “Eski Türkçe”de kullanılırmış.
Artık yerleşik kültür ve medeniyete geçtiğimiz için meydanda ateş yakıp etrafında toplanarak sohbet etmek çok gerilerde kaldı. Hele o ateşte yanmakta olan bir dut dalını göklere ve ileri doğru fırlatarak hedef göstermek sadece masal ve menkıbelerimizde yer alır.
TRT Televizyonun tek kanal olduğu devirlerde, adını unuttuğum bir program hatırlıyorum. Jeneriğinde menkıbemizde geçtiği şekilde bir sahne vardı: Havaya fırlatılan ve bir tür füze gibi atmosferi yararak ilerleyen, uç kısmından ateş yalımlarının salındığı bir ağaç dalı görüntüsü bana etkileyici gelmişti.
*
Asıl adı Muhammed olan Hacı Bektaş Veli (ö.1271), Horasan bölgesinden Anadolu’ya geldi. Tasavvuf eğitimini Ahmet Yesevi mürîdi olan Lokman Perende’den tamamladı. Sivas, Amasya, Kırşehir ve Kayseri’den sonra, şimdi Hacı Bektaş ismiyle anılan Suluca Karahöyük’e gelip yerleşti. Hayatı hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız Hacı Bektaş’ın türbesi kendi adıyla anılan ilçemizdedir.
Hacı Bektaş Velî’ye nispet edilen Bektaşilik, Anadolu ve Rumeli’de yaygın olan en büyük tarîkatlerdendir ve Anadolu’da kurulan ilk tarîkattir. Osmanlı devleti döneminde Yeniçeri ordusuyla kurduğu yakın ilişki sebebiyle Mısır, Bağdad, Balkanlar ve Kırım gibi uzak alanlarda ve geniş bir coğrafyada faaliyet gösterdi.
1 Yorum
Yazı için teşekkürler. Bektaşilik ile ilgili daha derin bilgi edinebileceğimiz bir kaynak önerebilir misiniz?