Türkçemizde bir güzel söz öbeğidir huzur-u mânevî. Orada olmakla huzur bulduğun yer. Düşünceye yahut sessizliğe gömülüp sükûneti yaşadığın mekân. Geçmişin ve geleceğin bir süreliğine zihinden çekilip, sadece o ânın yaşandığı uhrevî nokta. Şu son cümlede uhrevî deyince, huzur-u mânevî denen yerlerin genellikle nerelerde olduğu da ortaya çıkmış oluyor: dünyadan beri olan yerler, dünyada olan ama dünyadan olmayan yerler; istirahatgâhlar, kabristanlar, mezarlar, türbeler. Çünkü uhrevînin karşıtı dünyevîdir; dünyayla ilgili, dünyaya ait, dünyayla meşgul.
Kaçmak başka, yönelmek başka şeyler. İnsan kaçarken, gitme eylemini de yanında taşır. Bir yere gider çünkü bir şeyden kaçıyordur. Oysa yönelmek öyle değil. Yönelen aynı zamanda ilticâ ediyordur. O hâlde ilticânın manasını da iyice bilelim: sığınma, himâyesi altına girmeyi isteme. Bir de ilticâgâh var, sığınılacak yer anlamında. Kelimeler arasında yeterince dolandıysak toparlayalım artık. İnsan bu dünyanın hem cilvesinden hem girdabından bir nebze uzaklaşmak için huzurlu bir yere yönelme ihtiyacı duyar. Bunun için de iç âlemine, yani maneviyatına yönelir. Oranın sesini dinleyerek bir yöneliş düşler. Sonra düşü gerçeğe dönüştürmek için bedeninde ve ruhunda bir ilticâ imkânı oluşturur. Her ilticâ faslında demir kesilen ayaklar, artık ruha teslim olur ve emre âmâde kıvamına gelir. Nihayet emir, demiri keser.
Kendiyle baş başa kalmak, modern insan için bir lükstür. Bu afili gibi görünen cümle aslında büyük bir acizliği ifade ediyor. Dünya hepimize galebe çaldı, kabul edelim. Giderek daha da hoşumuza gidiyor dünya, giderek daha fazla yeniliyoruz. Bir zaman geliyor, ufak tefek patlamalar yaşıyoruz, birkaç gözyaşı döküyoruz, derken kaldığımız yerden devam ediyoruz. “Aman” diyoruz, “böyleyken böyle”. Ama öyle değil. Bunu da gayet iyi biliyoruz aslında. Sırf birkaç hayatî soruyu kendimize sormamak, sırf tadımızı kaçırmamak, sırf manevi tarafımızı beslememek için ne güzel de kaçıyoruz kendimizden. Kendimizden kaçıp nereye gidiyoruz? Dünyaya. Kendimiz gibi olanların yanına. Dünün derdini bugüne taşıyanlara. Sonra aynı dertle hiç meşgul olmayıp ama hamal olup, o derdi bu kez de yarına taşıyanlara. Bu “plastik keder” insana fazla değil mi? İnsan içine girdiği ambalajı tek gerçeği zannettiğinde, kederi plastik oluyor. Bir ambalajı olmak başka bir şey, giymek bambaşka bir şey. Şimdi sizi bir diziye, Ekmek Teknesi’ne götürüyorum. Gamsız Celal, Nusret Baba’nın fırınına gelir. İki eli önünde, gayet edepli, diğer yandan da pek gamlıdır. “Babacığım, aşk ateştir. Hem sahibini yakar hem muhatabını.” deyiverir. Nusret Baba, “Yakar diyorsun yani?” diye şöyle bir sual eder. “Ooo… Hem nârdır hem hardır” der Celal. Bu kez Baba, “Sen âşıksın değil mi Celalim” diye tekrar sual eder. Dikkat buyurun, Baba’nın soruları giderek bir imtihana doğru gidiyor. Celal, “Öyleyim babacığım, lütfetmişsin.” der. Nusret Baba imtihanı başlatmaya hazırlanır, “Ateşsin yani?” diyerek. “Yanıyorum babacığım, niye görmezden geliyorsun?” cevabıyla Celal, nasıl bir imtihana gireceğinden habersiz bekler. “Ver bakayım bir cigara” der Nusret Baba. Celal derhâl cebinden paketini çıkarıp bir dal uzatır. Baba, “Yaklaş bakalım ateş efendi!” deyince de hemen çakmağını ateşler ve babaya uzatır. Baba, çakmaktaki ateşi nefesiyle söndürür. “Yaklaş dedim!” der ve ağzındaki sigarayı yakmak için Celal’in alnına götürür. Çeker, çeker, sigara yanmaz. Baba, sigarasını çekerken Celal’in gözlerinin içine bakar ve “Ya bu aşk değil, ya sen âşık değilsin. Yanmıyor Celal’im.” der. Sigarayı tam ortadan ikiye kırar, Celal’in cebine koyar. Sonra da bir soru sorar, “Bana aşkı anlat bakayım” diye. Celal, hık mık eder. “Hadi git de çalış” der Nusret Baba. Gamsız Celal hemen kapıya doğru yönelir ve “Babacığım, irtibatı koparmayalım” deyip gider. Bu fevkalade sahne, Sâmiha Ayverdi’nin Hancı’daki şu cümleleriyle izah edilebilir ancak: “Eridim diyorsun, ama su kesilmemişsin. Yandım diyorsun, ama ne ateşten ne külden bir haber var. Yaralıyım diyorsun, kan damlaları hani? Hastayım diyorsun, iniltiden bir haber yok. Öldüm diyorsun, hani o mevtâ itâatı, o ebedî rızâ?”
Demek ki insanın bir yere yönelmesi, iltica etmesi, arayandan ziyade çağrılan olduğunu sahiden hissetmesi, bambaşka bir hikmet. Bu hikmeti ifade etmek, kaleme dökmek mümkün değil. “Aşk deyince kalem elden düşüyor” demiş şair. Kalem düşüyor fakat gönül düşmüyor. Gönül, çekildiği yere doğru gidiyor, gitmek zorunda. Çünkü biliyor ki gitmeyeceği her an yeni bir kaosla yüz yüze gelecek. Yine dünyanın dertleriyle, boğuşmalarıyla, insanların bitmeyen istekleriyle, kendi nefsinin (ateşinin) ihtiyaçlarıyla, oradan oraya savrulacak. Çünkü insan mutlaka hüsrana komşudur. Çünkü nefs mutlaka kötülüğü emredicidir. Oysa aşk gelmelidir ve cümle eksikler bitmelidir. Aşktır her şeyi tamam eden. Yunus’umuzun buyurduğu gibi: “İşitin ey yârenler aşk bir güneşe benzer / aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.”
Şimdi mutlaka okuyan dostlar diyor ki; biz bu yazıda huzur-u mânevî mekânları nerede onları okuruz zannediyorduk. Hani bize çeşitli yerlerden bahsetmek yok mu, o yerleri biraz tarihiyle, biraz bugünüyle anlatmak yok mu? Yok. Niyetim size İstanbul’daki huzur-u mânevî mekânlarını anlatmak değildi zaten. Sizi oralara götüren (yani sizi çağıran) sebepleri biraz düşünmenizi istedim sadece. Neden oralara gittiğinizde içinizde bir yerler titriyor, sonra o titreyiş bir süre devam ediyor fakat ansızın sönebiliyor? İnsan neyi arıyor? İnsan neye çağrılıyor? Bu soruları mümkün olduğunca kendimize doğru, başka hiçbir şeyle ve hiç kimseyle ilgilenmeden sormamız lazım.
Biz en çok kendi üzerimize basıyoruz ve geçiyoruz hayat yolculuğunda. Bu acı gerçek, geçenlerde bir arkadaşımla sohbet ederken yine çıktı karşıma. Onu “huzur-u mânevî” mekânlarında dolaşırken yakalarım bazen, şaşırırım. Zaman zaman bir mesaj gönderir telefonuma. “Doktor, ameliyathanede bekleniyorsunuz, biraz acil” diye. Konuşuruz, susarız. İşte öyle bir günde, “acı gerçek” sohbetin ortasına oturdu. Kendisinden müsaade aldım, bir kısmını nakletmek istiyorum:
“Mesleğimle, ailemle, arabamla, ofisimle ve çevremle; kurduğum hayatın ne kadar yalan olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimde kırk beş yaşındaydım. Meğerse ben bir defa bile kalbime ‘bu senin sahiden istediğin bir şey mi?’ diye sormamışım. Sürüklenmişim ben. Ben bana ne yapmışım? Daha hâlâ bu yüzleşmeyi kaldıramadım. Huzurla geçen bir ömür sürdüğümü zannetmişim ben. Ne huzuru, kabul ediyorum. Savrulmuş bir hayatta huzur bir kelimedir sadece. Ufacık bir sevgiyi, ilgiyi, başarıyı huzur zannetmişim. Vah bana şimdi, vah. Bir gün infilak edeceğimi biliyorum Yağız. O zaman yine mesaj atacağım sana. Bu sefer diyeceğim ki: Doktor, bir kez daha kuyudan çıkarma beni, bırak boğulayım. Bunu ben hak ettim.”
Konuşmanın nasıl sürdüğünü, belki benim ne cevap verdiğimi merak ettiğinizi az çok tahmin edebiliyorum. Ama orası dostluk makamı gereğince bir sırdır, mezara gitmesi gerekir. Bu yazı için yapabileceğim tek şey, başlıktaki soruyu cevaplamak olabilir sadece. Huzur, insan(ın) gönlündedir. Bakın bu üç kelime de çok kolay okunur ama içini doldurmak hiç kolay değildir. Hangi huzur, hangi insan, hangi gönül? Hakikat belki de bu üç kelimenin içini doldurmakla kendini aşikâr ediyor. Vesselam.
7 Yorum
Her şey yeterince karmaşık, sorular yeterince cevapsız, yol yeterince sisli değilmiş gibi derviş aldı gönlümüzü evirip çevirdi hadi birazda buradan yürü deyiverdi. Her kelamına eyvallah yağız abi :)
Bir su içtim süpürüldü gönlümdeki dal budak parçaları sanki… Yüreğinize kaleminize sağlık hocam…
Evet çok ama çok huzur bahşeden bir yazı. Bizi kendimize, özümüze davet eden bir yazı. İnsan gönlün nasıl nçbir mekan olduğunu keşfedebilseydi başka dışsal bir mekan aramazdı. Çünkü ebediyet içeride tohumlanır. Yüreğinize sağlık. Derdiniz: Hak yolu. Derdiniz bâki olsun…
desene abi herşey bize kendimize gönlümüze çıkıyor,her yola çıkış başka başka yönlere fakat varmak istenen yer tek, kendimize…
“Zannetme ki, sana kabuğunu kır, diye cevap vereceğim… O zaman dağılırsın!
Sakın kabuğunu kırma; genişlet…
Kendine mal et, kanınla işle ve canlandır.
Kabuğun kendi derin olsun… ”
Eski talebelerinin karşısında yenilmemek için kelimelerle oynadığını sanıyordu, fakat hayır, asıl düşüncesi buydu.
Fert kendisini muhafaza etmeliydi.
Kâinat içinde erimeğe hiç kimsenin hakkı yoktu.
Fert, fert olarak kalmalı, fakat bütün hayatla kendisini doldurmasını bilmeliydi.
HUZUR, Tanpınar 📚
Hatırıma getirdiği yakın zamanda denk geldiğim satırlar:
“Bugün hep benden kaçtın; seni görmek için ar- kandan koştukça, bilmem nerelere, hangi dağların bayırların ardına saklandın ki hiçbir tarafta bulamadim.
Akşam, dizi dizi bulutlarını ufukta topladığı, güneş, görünmez firçasiyle ağaçların tepelerine dile gelmez renklerinden boyalar sürdüğü zaman, ben de bir kayanın üstüne oturdum. Koşmaktan, didinip çırpınmaktan takatı kesilmiş vücudumu dinlendirmeye o kadar muhtaçtım ki… Artık seni bulmaktan da ümidim kalmamıştı…
O zaman, boşa çıkmış mücadeleler, işe yaramaz
didinmelerden sonra evine dönen yorgun bir adam gibi, ben de içime, kendime döndüm.
Döndüm. Hayretle ve dehşetle gördüm ki sen oradasın. Dağ bayır arayıp bulamadığım sen, oradasın. Biraz küskün, biraz tutkun ve sitemli, yüzüme bakıyor ve diyorsun ki:
-Bütün dünyadan gizlenmiş olabilirim; fakat.senden de mi saklanacaktım ki, en yakınını koyup beni ıraklarda aradın?”
Sâmiha AYVERDİ/Yusufçuk
Bir hakikat molası gibi oldu, yüreğinize sağlık..