Sezgisel olarak kadim zamanlardan beri bilinen, uzun zamandır bilimin de ispatlamakta olduğu bir gerçek var: her şey titreşimlerden ibaret. Günümüzde bu titreşimlerin algılayabildiğimiz bölümüne gerçekliğimiz, algılayamadığımız bölümüne ise bilinmezlik diyoruz. Bilinebilecek olanların ise duyusal ve geçici olanla belirlenemeyeceğini Sokrates zamanından günümüze değin pek çok düşünürden, alimden duyduk, okuduk, belki de tefekkür ettik. Yine de günlük yaşantının hızı içinde kendimizi pek çok sefer algılarımızla kısıtlı olanın yarattığı tepkisel döngülerde ve bunun tükenmişliğinde bulabiliyoruz.
Olan biteni ihtiyacı kadar algılayabilecek şekilde evrimleşmiş olan bedenlerimizde, farklı türdeki titreşimlerin alınması için farklı duyu organları ve her bir duyu organından alınan iletinin yorumlanması için beynimizde ayrı departmanlar bulunuyor. Bu departmanlar, yorumlama süreçlerinde birbirlerinden ayrılsalar da beynin herhangi bir noktasındaki aktivite diğer noktalarından bağımsız düşünülemeyeceği için, verilen tepkiler bütünsel oluyor. Ve bununla beraber duyusal olarak algılayabildiğimiz gerçeklik kısıtlı ise, bütünsel tepkilerimiz neye dayanıyor?
Bilim insanları bu noktada, beynin ilk gelişim zamanlarından itibaren biriktirmeye ve deneyimle birlikte ustalaşmaya devam ettiği varsayıma dayalı örüntülerinden bahsediyorlar. Günümüz yapay zekâ tabanlı makine öğrenimlerine ilham olan da aslında örüntüleri modelleyerek en basitinden en gelişmişine doğru, yaşamı tüm karmaşası, ahengi ve potansiyelleriyle doğuran beyin makinesi gibi duruyor. Beynin adaptasyonu sırasında verimli olmak adına kullandığı varsayımlar, işte duyularının güvenilmezliğinin temelini oluşturuyor. Örneğin; bir tabloya çok dikkatli ve yeterince uzun süre baksak bile, sonrasında hatırlayabildiğimiz detayların oldukça az olduğunu gözlemliyoruz. Hatta aradan zaman geçtikçe, o tablonun anısının başka tablo anılarıyla da karışması sayesinde aklımızda kalan, aslında hiç var olmamış ve yalnızca bizim gerçekliğimizde var olan bir tablo haline dönüşüyor. Beyin boşlukları bizim için dolduruyor, hikayesini örüntülerine uygun şekilde yazmaya devam ediyor.
Deneyimlediğimiz her şey, dış dünyayı asla deneyimlememiş beynimizin karanlık odasında elektrokimyasal bir yorum olarak gerçekleşiyor. Bu yorumlara verdiğimiz tepkiler ise önceki örüntülerimizin bellekte biriktirilmesi sayesinde karşılaştırmalı olarak belirleniyor. Karşılaştırmaya baz olan referans tanımlar bebeklik ve çocukluk yıllarımızdaki deneyime göre şekilleniyor. Zira insan türü olarak anne karnından çıktığımızda hayatta kalabilmek için desteğe ihtiyaç duyuyoruz. Böylece karşılanmış, karşılanmamış ihtiyaçlarımıza göre tepkilerimiz, yönelimlerimiz ve hepsinin toplamında tüm yaşam örüntümüz adeta “kendiliğinden” örülüyor. Bu durumda kader ağlarını örüyor derken kastettikleri, belki de “beynin yazmakta olduğu hikayesinin nöral yollarla yarattığı dolanık bir yansıması mıydı?” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Bu anlamda dolanıklık prensibi her ne kadar atom altı dünyaya atfedilse de kütlesi büyük olan bizler arasında da kader yollarımız veya sinir sistemlerimizin karşılıklı etkileşimi olarak algılayabileceğimiz lineer olmayan karmaşık bağlar var gibi görünüyor. Bu bağlar varlıklarını en çok, az önce bahsedilen varsayımlar ile oluşmuş, tam olarak bütünü yansıtmayan benlikler üzerinden sürdürüyorlar. Bu dolanıklığı pek çok açıdan ele almak mümkün olsa da en basit haliyle ifade eden kuramlardan biri olan Transaksiyonel Analiz açısından ele alırsak; kişinin kendisine, yaşama ve diğerlerine karşı “hayat pozisyonunun” farkına varması ve ardından bu örüntüleri oluşturan iç dinamiklere ve ilişkilenme biçimlerine bilinç katmasıyla kim olduğunun sorumluluğunu alması mümkün görünüyor.
Kim olduğumuzun sorumluluğunu almak; kim olduğumuzu anlamak için sürdürülebilir bir gayretle yola çıkmak anlamına geliyor. Düşünsenize; hepimizin sisteminde beynin ilk gelişim zamanlarından itibaren çekilmiş ve üst üste birikerek varlıklarından asla şüphe edilmemiş milyarlarca ben fotoğrafı var! Sadece bellekte olduğu için zaman zaman tetikleyicilerle sahneye davet edilen, aslında çoktan yürürlükten kalkması gereken ben’ler… Belki hiç var olmamış, toplumsal baskılarla abartılmış veya sönümlenmiş, çarpık ben’ler… Ailelerin, kendilerinden farklı oluşuyla otantikliğine izin vermediği ben’ler… Bu liste uzar gider. Belki de “ben kimim” sorusu, “ben kim veya ne değilim?” sorusunun getireceği arınma süreciyle başlar.
Bu sürece, otantik bir ben olarak sınırlarımın ne olduğunu araştırmakla başlayabilirim mesela. Benim zan etiklerim üzerindeki etki alanımı belirleyerek büyük bir enerji tasarrufu sağlayabilirim. Bu enerjiyi kendi kaynaklarımı düzenlemeye yönlendirerek gerçekten neyden keyif aldığımı, neyin benim için kolaylaştırıldığını, neyin ben aracılığıyla anlamlı bir şekilde ifade bulduğunu araştırabilirim. Bu araştırmayı henüz yapmamış diğerlerinin sınır sorunlarından etkilendiğim alanları fark edebilir, otantik bir ben olarak yepyeni bir düzeyden ihtiyaçlarımı konuşabilirim. İçimdeki makine öğreniminin getirdiği otomatik davranışlardan sıyrılmak için yavaşlayarak “bu benim için ne anlama geliyor?” sorusunu sorarak eylemlerde bulunabilirim. Yüklerimden (ve benliklerimden) azade oldukça bana burada olmamın sebebini fısıldayan o sese kulak verebilirim.
Otantik ben’in cesarete ihtiyacı olduğunu ve onu bugün her zamankinden daha çok desteklememiz gerektiğini biliyorum. Her birimizin beyni, deneyimi, hikayesi eşsizken; bu eşsizliğin tüm örüntülerimizin içinden bir elmas gibi parladığını görüyorum. Birbirimizin kopyası olmaktan çıkarak, bize verilen özgün hediyelerle birer “ferd” olmayı, ferdiyetin tekliğinde, birliğinde buluşmamızı hayal ediyorum. Bunun için ihtiyacımız olan ise biraz daha sadeleşmek, yavaşlamak ve gözlerimizi dışa değil içe döndürmek. Ne de olsa dışarda yalnızca titreşimler var, onu yorumlayan ise hala karanlıkta…
Şimdi bir kez daha görme duyumuza dönelim ve bir sabah uyanıp gözlerimizi ağır ağır açarken içeri pencerelerden süzülen sabah aydınlığını davet ettiğimizi hayal edelim. Milyarlarca nöron karmaşık bir senfoniye benzeyen örüntüsü ile bizi her sabah görmeye alışık olduğumuz yatağımızı, eşimizi, kedimizi ve tüm belleğimizin toplamı olan o çok tanıdık kendilik hissimizi getiriyor. Bedende olmanın, yuvada olmak gibi sıcacık bir hissi var. Acelemiz olmayacak kadar şanslıysak, şükür dolu bir gülümseme yayılıyor yüzümüze. Aldığımız nefeste tüm kâinatın dürülüp de içimize saklandığı o doluluğu hissediyoruz. Ve belki de o soru tekrarlanıyor:
“Tüm bellek izlerimden azade bir yabancı olsaydım, gerçekten kim olarak uyanmak isterdim?”