Lise son sınıftaki her öğrenci gibi üniversite giriş sınavına odaklanmış ve sınav konusu olmayan diğer dersleri ihmal eder olmuştuk. Bu derslerden biri de İngilizce kompozisyon dersimizdi. Aramızdan sadece belirli bir iki kişi dışında kimse kompozisyon ödevini yapmıyordu. Her ders bu iki kişi parmak kaldırıp kompozisyonunu okuyor, onların ödevleri üzerinden dersi işliyorduk. Durumun farkında olan öğretmenimiz bu işe bir nihayet vermek için bu sefer farklı kişilerin ödevini dinlemek istediğini söyleyerek sırayla hepimize sormaya başladı. Her tahtaya kalkan ilm-i siyasete başvurarak yalan olmayan, makbul birtakım bahaneler öne sürerek kompozisyonu yazamadığını belirtip oturuyordu. Kimisi o günkü başka bir dersin sınavına çalıştığı için yazamadığını, kimisi dershanede sınavı olduğunu, kimisi başka ödevlere vakit ayırdığı için bu sefer yazamadığını belirtiyordu. Hocamız her söz alanı sakince dinliyor, bir yorum yapmıyordu. Nihayet sırası gelen bir arkadaşımız ayağa kalkıp sakince “ödevimi yapmadım ve yapmamam için bir sebebim ve mazeretim yoktu” dedi. Arkadaşın bu cevabıyla sınıfta alaycı gülüşmeler duyuldu nedense? O ana kadar herkesi sabırla ve sakince dinleyen hoca, birden müthiş bir öfke ile arkadaşımızı azarlamaya başladı.
Buraya kadar her şey olağan ve sıradan bir hatıra gibi değil mi? Bu olayın bende bu kadar yer etmesinin sebebi şuydu: hoca arkadaşımızı ödevi yapmadığı için ya da bir mazereti olmadığı için değil, bir bahane bile uydurma gereği duymayacak rahatlığı için azarlıyordu. İşte bu beni hayrete düşürmüştü. Arkadaşımı çok iyi tanıyordum. Bu cevabı lâkaytlığından, sorumsuzluğundan vermemişti. Nitekim bu olaya kendi içimde o kadar takılmıştım ki yıllar sonra bu anımızı konuşurken ona da niyetini sorup teyit etmiştim. Arkadaşım tamamen samimiyetinden ve doğruluğundan suçunu kabul etmiş ve itiraf etmişti. Bu samimi itirafı hatasının cezalandırılmasını hak ediyordu elbet ama o ödev yapmadığı için değil samimiyeti için cezalandırılıp azarlanmıştı herkesin içinde.
Alaycı gülüşmeler onun bu samimiyetinin, cüretkâr bir meydan okuma olarak algılanmış olduğunun göstergesi kabul edilebilir. Hoca da belki böyle algılamış ve arkadaşımızın samimiyetini ve doğruluğunu, otoritesini sarsan bir cesaret, meydan okuma olarak görmüştü. Bir bahane bile uydurmaya gerek görülmeden, ödevi yapmadım cevabıyla otoritesi örselenmiş gözüken hoca cevap karşısında orantısız bir öfke sergilemişti. Bu ne kadar doğru bir davranıştı? Bu azarlamaya sebep nefsin kibri miydi yoksa makama gösterilmesi gereken saygının temini için miydi?
Siyaset bir şeyi yönetmek, işi idare etmek, hâkim olmak anlamları taşıyan bir kelime. O zaman biz bir şeyi yönetmek istediğimizde siyasete başvururuz. Niye yönetmek isteriz?
Biz bizim menfaatimize, varlığımıza zarar vermesi muhtemel durum, kişi, olaylar karşısında hakimiyeti elde tutup olayı yönetmek ve kendimizi korumak isteriz. O zaman üzerine tefekkür için sizlere birkaç soru sorayım.
Siyaset ve samimiyet ne zaman meşru ve makbuldür?
Biz kendi nefsimiz için mi siyasete başvuruyoruz yoksa Kendimizdeki hakikatin hakkını korumak ve özümüze saygımızdan mı ya da karşımızdakinin menfaati ve onu korumak için mi siyaset yapıyoruz?
Samimiyet ne zaman doğruluk ve içtenlik ne zaman laubalilik olur? Bunların durduğu sınır nedir?
Bu sınırlar nerede başlar nerede biter?
Samimiyet bizi rahatsız mı eder? Niye ve ne zaman rahatsız eder?
Ben kendi cevabımla sizleri sınırlamak istemediğim için soruları sorup huzurunuzdan ayrılıyorum.