Enstitüde aldığım derslerin ilhamıyla, çevre okuryazarlığı adında, lisans öğrencileri için seçmeli bir ders açtığımda, ders için sınıf egzersizleri arıyordum. Okuduğum konuyla ilgili kitaplarda* manevi ekoloji konusu karşıma çıkmıştı. Kutsallığın muhteşemliğini keşfetmek ve bir nebze de Kuran’ın “Oku” nidasının çağrıştırdığı gibi, kâinat kitabındaki figürlerden, yaratanın isimlerini görmeye ve anlamaya çalışmak…
Doğa insana bunun için muhteşem bir veri sağlıyor. O nedenle manevi ekoloji kitaplarındaki egzersizler de hep doğada yürüyüş ile başlıyor. Her adımında dünyanın seni taşıdığını bilmek ama aslında adım atan senin ve üzerine bastığın dünyanın bir olduğunu, birlikte hareket ettiğini düşünerek yürümek… Manzaranın ya da bir yaprağın, çiçeğin, dalın, taşın harikuladeliğini görmek veya burnuna gelen o ağaç kokusunu içine çekmek, o orman sessizliğinin içindeki sesleri duymak gibi farkındalığı artırıcı aktiviteler var. Bu şekilde farkındalıkla yapılan bir yürüyüş, hayatın aslında bir bağlantılılık bütünlüğü olduğu göz önüne alındığında, doğa ile insan arasındaki muazzam bağın ve birlikteliğin daha kuvvetli hissedilmesine vesile oluyor.
Bunun için de yürüyüşte karşılaşılan şeylerle benzer veya ayrışan yönlere yoğunlaşılması öneriliyor. Ağaçla, böcekle, toprakla ayrışan yönlerimiz, ya da benzer yönlerimiz neler?
Beden yapımız veya huylarımız açısından ne yönden bizden üstünler?
Ya da belki Cîlî’nin dünyayı fiziksel olarak da peygamberimizin bedeninin özellikleri ile tanımlaması gibi doğadaki unsurlar bizim hangi organlarımıza benziyor?
Doğayla aramızda nasıl bir analoji oluşturabiliriz?
Bütün bu yürüyüş egzersizleri doğanın bizim bir yansımamız olduğunu gösteriyor. Aslında dışımızdaki bir âlem gibi değil de bizimle beraber olarak, ona olan ilgiyi artırıyor, merakı tetikliyor. Bu da insanın onu tanıma isteğini, tanıdıkça da hayretini ve sevgisini artırıyor. Aradaki bağ güçlendikçe, aradaki bağın daha da farkına vardıkça, insan bu yeni sevgiliyi korumaya ve onu maddi çıkarlarının ötesinde taşıdığı kutsallıkla birlikte görmeye başlıyor. Onun kutsallığına ve bir ânının başka bir ânına benzememesine şahitlik ettikçe, ondaki gizemi, ulviyeti daha iyi sezer hale geliyor.
Tüm bu muhteşem bağlantılılık ve hayret verici düzen gözlemlendikçe, insan doğaya karşı takındığı yersiz kibrin ve kayıtsızlığın utancını hissedebilir. Sonuçta tüm bu kısa süreli egzersizler, “her zaman bildiğin doğa işte” şeklindeki sıradan, zahmetsiz, önyargılı bir bakış yerine onun keşfedilecek bir sürü sırla bezenmiş olduğunu ve aramızdaki kuvvetli bağı fark ederek, hayran olunan bir bakış açısı kazandırmayı hedefliyor. Böyle bir bakışı kazanmak elbette çok kıymetli ama bunları okurken yaşadığım bir tecrübe, bakış açısı kazanmakla, kazandığın bakışla yaşamak arasında çok büyük fark olduğunu anlamamı sağladı: Sabah çocuklarla dışarıda kahvaltı ederken bir anda üç beş arı sofraya geldi; bal arıları. Çocuklar bağırıp çağırıp hemen elleriyle arıları kovmaya çalıştılar. Ders için takip ettiğim kitapta, yazar bir kamp anısını paylaşıyordu: Daha çok gençken konakladığı bir kamp alanında sivrisinekler yüzünden düzgün bir uyku uyuyamadığından “ah uyutmadılar, kovucu da almamışım” diye şikâyet edince, oradaki kampçı yaşlıca bir çift bu şikayete “e tabi, işte doğa bu, evet ne yapalım doğanın işi de bu” gibi cevaplar verip, yazarın şikâyetine katılmıyorlar ve sivrisinekleri de o doğanın bir parçası olarak gördüklerinden, bir gecelik de olsa onları doyurabilmekten mutlu olduklarını belirtiyorlar. Yazar anlamsız bulduğu bu cevabı ancak yıllar sonra anlayabiliyor.
Daha kitaptan bu bölümü yeni okumuş ben, çocuklara bu kadar tepki göstermemelerini hem dışarıda hem de ballı bir kahvaltı yapmanın böyle bir şey olduğunu, elbette arıların da bal yapabilmek için çiçekleri ararken bize rast geleceklerini, soframızdakilere ve bize konabileceklerini söyledim. Kitapta okuduklarımı tam da yerinde kullandığımı düşünerek kendimi içimden tebrik ederken, sözlerimin zerrece etkisi olmadı ve çocuklar anında çığlık çığlığa içeri kaçtılar. Mevlana’nın “zerreler gördüm ağzını açmışlar… Bil ki bütün âlem yenenle yiyen” dizelerini aklımdan geçiriyordum ki bir arı kafama konup ardından saçlarımın arasına girdi. Çocuklardan beklediğim sakinlik ve anlayışın tam aksi şekilde bir panikle kafama giren arıdan kurtulmaya çalışırken ne bir zerreyi doyurmak isteme ne de doğayı kabullenebilme…Birkaç arı daha gelince kahvaltılıkları alıp çocukların tepkisinin aynısını göstererek doğruca içeri kaçtım. Olayın üstünde düşününce, kendime aldığım ders bir daha doğayı nasıl görmeliyiz konusunda başkasına ahkam kesmemek gerektiği oldu. Esas olan herkesin doğa ile kendi ilişkisini kurması ve kurulan ilişkinin sizi hakikate ne kadar yaklaştırdığı…
Herhangi bir noktadan başlayıp zamanla daha derin bir bağ tesis edebilmek ve bağın derecesine göre de ilişkiyi hakikatiyle idrak edebilmek herkesin kendi seviyesinden hissedebileceği bir zevk, bir lütuf olacaktır. Her şeyde olduğu gibi, bazıları için doğada yalın ayak yürüyüp böceklere rağmen çimlerin üstünde oturabilmek bir seviyeyken, diğeri için saksıdaki bir çiçeği koklamak bile bir seviyedir. Elbette farklı bakış açılarını, farklı konumlandırmaları okumak, rastlamak, görmek çok zenginleştirici ama tıpkı Allah’a giden bin çeşit yol olduğu gibi doğayla kurulan ilişki de bin çeşit. Doğayı olduğu gibi kabul edebilmek, sivrisineklerce ısırılmaktan şikâyet edip kaçmamak, onlara kanından biraz sunabilmek, arı da işini yapıyor diyerek bedenine konsa bile sakince durabilmek de kişiye göre değişen farklı seviyelerden…
Bu olay sayesinde, hazırlamış olduğum Çevre Okuryazarlığı dersi notlarında, sanki ben bunları yapabiliyormuşum gibi üstten ve öğreten bir ton kullandığımı fark ettim. Notları yeniden gözden geçirmem gerek…
İnsan ancak birlikte keşfederse öğretebiliyor ve öğrenebiliyor. Nice keşiflere…
*Seasons of the Sacred: Reconnecting to the Wisdom Within Nature and Soul ve Spiritual Ecology: 10 Practices to Reawaken the Sacred in Everyday Life, Llewellyn Vaughan-Lee
*Developing Ecological Consciousness, Christopher Uhl