Aliye günün belli saatleri Ardıç Ağacını ziyaret ediyordu. Tepelerinde cıvıldayan Ardıç Kuşunda gördüğü hikmet, gönlündeki huzuru bir anlıkta olsa tekrar yeşertiyor, mutlak huzura duyduğu iştiyakı iyiden iyiye perçinliyordu. Ancak tabiat mutlak huzurun sadece bir parçasından ibaretti; o başı sonu belli bir oluş üzere yaratılmış, bir devri daim üzerinde sabit kılınmıştı. Bu yüzden Hz. İbrahim (a.s) güneşi, ayı, yıldızları görmüş “İşte benim Rabbim budur” diyerek cana gelmiş, sonra hepsinin batıcı, yok olucu olduklarını görerek “Ene Lâ uhibbûl âfilîn” (Ben ufûl edenleri sevmem) dememiş miydi? Muhakkak ki Âlemlerin Rabbi ve sahibi olan Allah, peygamberlerine bahşettiği, tabiata ibret nazarıyla bakma yolunu hemen bütün kullarına ihsan etmişti ama bu (acı-tatlı) tabiat tezahürlerinden ibret alarak hakikate yol bulanlar, adeta bir peygamber sünnetini icra edercesine burada takılıp kalmamış cüzden külle doğru seyrini devam ettirmişti. Öyleyse insan, vasıtalardan bir vasıta olan bu tabiat eşiğini de atlamalı parçadan bütüne doğru yol bulmaya olanca gücüyle gayret etmeliydi. İşte hâlâ usul usul içinde tütmeye devam eden yürek yanığı da Aliye’ye hâl diliyle neredeyse aynı şeyleri söylüyor, onu ezeli ve ebedi olan asıl kaynağa; hakikatin parçalarına değil bütününe doğru yöneltecek sevgiliyi aramaya teşvik ediyordu.
Günler birbiri ardınca akıp gidiyordu. O kararı kalmamış ruh şimdi içinde bulunduğu kozaya bir gedik açmış olan sevgilinin özlemiyle yanıyor, onu buradan çekip çıkaracağı günü bekliyordu. Aliye, aramak denilen fiili yapının, aslında tam olarak merkezindeydi. İnanıyor ve bütün kuvvetiyle istiyordu. Bu şimdi öyle bir istemekti ki dilsiz dudaksız cümleler kalbinden sevgiliye doğru akıyor, ona duyulan hasret ve ihtiyaç, elsiz ayaksız bir vücut halinde kendini güzeller güzeli Aliye’nin hâletirûhiyesinde gösteriyordu. Eski karanlık ve ne istediğini bilmez hayaller şimdi yerini mayası hasret olan bir sessizliğe bırakmıştı. Suskundu, düşünceliydi… Esrarlı gözleri daima uzaklara dalıp gidiyor, ucu bucağı olmayan ufkunu, sadece o sevgilinin hayali gölgesinde dinlendiriyor, serinletiyordu.
Aliye iç âleminde kendi tohumunu yeşertecek, ona yeniden hayat verecek can suyunu kana kana içmeyi beklerken, evde hiç beklemediği hatta unuttuğu bir kutlama hazırlığı yapılıyordu. Ailesi tarafından kutlu bir hediye olarak kabul edilen bu güzel kızın doğum günü yaklaşıyordu. O iç dünyasında, kendinden kendini doğuracak olanın iştiyakıyla yanıp kavrulurken, dışarıda onun zahiri doğuşunu kutlamak üzere herkesin teyakkuzda olması, günler sonra Aliye’yi buruk bir şekilde gülümsemeye sevk eden neredeyse tek şey oldu. Ailesi için Aliye gül gibi nazenin, mücevher kadar değerliydi. Bir gözbebeği misali üzerine titrenen bu şanslı çocuk, bunca ihtimam ve özen karşısında hiçbir zaman şımarmamış, ona sunulan imkânları kendi nefsini tatmin etmek üzere kullanmak aklının ucundan bile geçmemişti. O sanki tabiatını ezelden beşeri hasletlerin esaretinden kurtarmıştı. Ölçülü davranışları, vakur duruşu, aşırılıklardan uzak istekleriyle ailesinin yüzünü aydınlatan Aliye, çizdiği bu portre içinde öteden beri kendi iç dünyasının zebunuydu aslında…
Beklenen gün gelmişti. Mükellef sofralar, süslemeler, çalgılar her şey hazırdı. Aliye’nin doğum günü hemen her yıl bu ihtimam üzere kutlanırdı, esasen bu onlar için alışılagelmiş bir aile geleneğiydi. Cemiyet hayatının seçkinlerinden kabul edilen bu soylu aile, bulunduğu mevkiinin hakkını verecek ölçüde cömert, kendi muhitinde parmakla gösterilecek kadar mütevazı, maddi olanakları “seçkin” olma sebebi olarak görmeyen, asalet kavramını içini doldururcasına her halleriyle izhar eden bir aileydi. Aslında Aliye’nin yapısını inşa etmek hususunda ailesi ona en güzel bir şekilde örnek olmuştu. Ama ne var ki insan bazen yaradılışının asıl gayesini bunca imkân içerisinde dahi elde edemeyebiliyor, insanî vazifeleri yerine getirmek, parmakla gösterilmek, bazen ezelde kendisine biçilmiş hüvviyeti kazanmaya kâfi gelmiyordu…
Misafirler evin büyük kapısında yavaş yavaş belirmeye başlamış, aileyi tazimle selamladıktan sonra davetteki yerini almıştı. Salon, aile eşrafı ve birkaç yakın aile dostundan müteşekkil bir zümre ile dolmuştu. Davetliler arasında Aliye’ye candan arkadaş sayılabilecek tek kişi Meryem idi. Meryem Aliye’nin hem çocukluk arkadaşı hem de akrabası oluyordu. Esasen bu dünya üzerinde onu anlayabilme gayretinde olan neredeyse tek kişi yine Meryem idi. O Aliye’yi katışıksız ve menfaatsiz bir sevgiyle seven, onulmaz dertlerini ucundan kıyısından açabildiği yegâne sırdaş, sadık bir dost idi. İşte Meryem’de babasıyla birlikte kapıda görünmüş ışıl ışıl parlayan mavi gözleriyle herkesi selamlıyordu. Salon iyiden iyiye hareketlenmiş, müziğin sesine karışan muhabbetler derin bir kıvam almaya başlamıştı ki, Aliye salonun merdivenlerinde, beyazlar içindeki göz alıcı güzelliğiyle bir ay misali belirivermişti…
Ey Güzel! Seni anlatmaya dilim dönmüyor, gücüm yetmiyor;
Harfler seni anlatmaya kâfi gelmiyor!
Seni anlatmak için yeni harfler, yeni kelimeler bulmak gerek… [1]
Herkes sessizce güzelim Aliye’yi seyrediyor, onun göz alıcı güzelliği karşısında kimse tek kelime dahi edemiyordu. Nihayet babası onu bu nutku tutulmuş topluluğun göz hapsinden kurtarmak için, elinden tutarak salonun tam ortasına getirdi. Aliye bütün zarafetiyle misafirleri selamladı. Bu selam sanki herkesi tekrar cana getirmiş, onun güzelliğiyle tıkanmış kulaklar müziğin sesini tekrar duymaya başlamıştı. Misafirler birer birer Aliye’yi tebrik ettikten sonra eski düzen sohbetlerine geri dönmüştü ama genç kızlar hayranlık ve kıskançlıkla yoğurulmuş hislerle onu süzmeye devam ediyor; yakışıklı erkekler güzelliğinin esaretinden kurtulamayan gözlerini, derin bir şevkle onun üzerinde gezdirmekten alıkoyamıyordu. Her bir ağızdan kutlamalar ve Aliye’nin alışkın olduğu türde iltifatlar birbiri ardına sıralanıyordu. Ama onu yere göğe koyamayan bu sözler Aliye’yi bahtiyar etmek şöyle dursun utancından içine doğru daha da çekilmesine, onu yok olup erimek isteğine sevk ediyordu.
Âdeti üzere, başını hafifçe yere eğip teşekkür ederek köşesine çekilecekti ki Meryem hafifçe omuzuna dokunarak onu yanına çekti ve sıcacık bir gülümsemeyle tebrik etti. Meryem büyülenmiş gözlerle Aliye’ye bakıyor ondan taşan güzelliğin evsafını tarif edecek cümleleri zihninde toparlamak istercesine başını sağa sola sallıyordu. Nihayet yüreğinden şu cümleler döküldü: Aliyeciğim sen güzellik denen mefhumun kendisinde toplandığı, keşfedilmeyi bekleyen değerli bir incisin. Tıpkı o inci misali, denizin en dibindeki cevherin, kem gözlerden korumak üzere sedeflerle örülmüş; karanlık dehlizlerde acıyla karışık bir aşk ve iştiyakla içinde bulunduğu kabuğun kırılmasını bekliyor…
Meryem’in yüreğinden koparak dizilmiş, candan bir iltifat sayılan bu sözler, Aliye’nin gönlünün derinliklerinde bir kıyamet koparmıştı sanki. Titreyen dudaklarını ısırarak sakinleştirdi ve Meryem’e sımsıkı sarıldıktan sonra yürümeye başladı. Yağmur gibi boşalan gözyaşlarına engel olamıyor, vücudunu saran ateşin şiddetiyle tir tir titriyordu. Kendinden geçmemek için ayaklarını yere sımsıkı basarak yürümeye devam etti ve hızlı bir hamleyle kendini balkona attı. Bu sözler sanki sevgiliden ona doğru ilham olunmuş bir işaretti…
Ay bütün maharetini sergilemek istercesine gökyüzünü ve yeryüzünü aydınlatıyordu. Salonda çalan şarkı, içinde bulunduğu durumun çözülmesine müsaade etmeyecek kuvvette gökyüzünü ve dahi Aliye’nin yüreğini inletiyordu.
Fikrimin ince gülü, kalbimin şen bülbülü
O gün ki gördüm seni yaktın ah yaktın beni…
Duvarlarında hapsolduğu derin duygular yine onu kabına sığmayan bir ruh haline sokmuştu. Sanki kalbi yerinden çıkmak alabildiğine uçup gitmek istiyordu ama nereye gidecekti? Kime sığınacak kimden aman dilenecekti. Usulca mutfağın kapısına doğru süzüldü ve kalbini dinlendirdiği o mekâna, Ardıç Ağacının gölgesine doğru yola çıktı. Koşar adım ağacın bulunduğu tepeyi aşmaya çalışıyordu ama kulaklarında çınlayan şarkı sanki her adım attığında daha kuvvetle duyularına çarpıyor, yüreğinde yükseliyordu. Nihayet ağacın dalları görünmüştü ama şarkı esrarını çözemediği şekilde, kulaklarında çınlamaya devam ediyordu. Bir an durdu, aklını mı yitirmişti yoksa bu sesi gerçekten mi duyuyordu anlamak istedi ve sesin yönünü tayin etmek üzere gözlerini kapatarak dikkat kesildi. Ses, ağacın biraz aşağısındaki göl tarafından geliyordu. Aniden yönünü o tarafa doğru çevirdi ve sesin geldiği yere doğru ilerledi. Evet gerçekten de göl kenarında tutkunu olduğu şarkıyı kemanıyla çalan biri vardı. Karanlıkta seçemediği ama ay ışığının tam da üzerine vurduğu bu yüzü daha iyi görebilmek için biraz daha yaklaştı. Aliye’nin kalbi şiddetle çarpıyor, vücudu sıtma tutmuş gibi sallanıyordu. Sanki bütün duyguları ayağa kalkmış, koşar adım göğsüne doğru hücum ediyor, damarlarında fırtınalı bir devri daim işliyordu. Bir adım daha, bir adım daha yaklaştı; nihayet onu tam olarak görüyordu…
[1] Dîvân-ı Kebîr c. IV, s.1872.
devam edecek…