Ardıç Kuşu

Rabia Yıldırım
5 dakika
-+=

Bu hikâye, insanların dallarına çaputlar bağlayarak gölgesinde dualar ettiği, aynı dallar vasıtasıyla hastalıklarına şifa bularak bünyesini güçlendirdiği “Ardıç Ağacı” ile güzel sesiyle ruhları dinlendiren ve çok bilinmese de Ardıç Ağacının tam anlamıyla varlığını sürdürmesini sağlayan “Ardıç Kuşunun” hikâyesidir. Kendi tabiatı içinde birbirinden ayrı tahayyül dâhi edilemeyen bu iki sevgilinin hikâyesi, belki bizim de hikâyemizdir… 

Koskoca İstanbul gözünde kupkuru bir çöle dönmüştü, gölgesinde dinlendiği bu ağaç dışında… Aliye belki saatlerdir bu ağacın altında oturuyordu. Anlamını bir türlü bulamadığı dertlerine bu ağacı ortak ediyor, gözyaşlarının dahi serinletmeye yetmediği yüreğini onun gölgesinde serinletmeye çalışıyordu. Aslında o kendini bildi bileli bu yürek yangınıyla yaşıyor, dışarıdan alabildiğine debdebeli görünen hayatının asıl levhasında, onu bir parça olsun huzura erdirecek kaynağı arıyordu. Aliye zahiren güzeldi. Kendisini bir kere görenin bir daha unutamayacağı muazzam bir çehresi, karşısında duranın adeta büyülenmiş gibi dilini lal eden vakur bir duruşu, dokunduğu her şeyi güzelleştiren elleri… Öyle ki onu yıllar evvel görmüş bir beyefendi, Aliye’den bahsedildiğini duyunca sadece “elleri” diyebilmiş, güzelliğinin evsafını tarif etmeye kendinde güç bulamamıştı. Varlıklıydı; mensubu olduğu soylu bir ailesi, görenlere parmak ısırtacak ihtişamda bir variyeti vardı. Hâsılı bu dünya planında insanların refah ve huzur olarak addettiği hemen her şeye sahipti. Ama ne var ki insanların olanca gücüyle arzu ettiği bu hayatı, o kendi kabuğunda anlık elemleri ve sürurlarıyla adeta bir mahpus gibi yaşıyor, kendisinde bulunan bunca teçhizat, ona gerçek manada aradığı huzuru temin etmeye yetmiyordu… yetmeyecekti… Artık kararı kalmamıştı…

Çöle dönmüş dünyasını cennete çevirecek, kuruyan dudaklarını harekete geçirecek can suyuna bugün tüm kuvvetiyle ihtiyaç duyuyordu. Bir an kederden buğulanmış gözleri, kendisine yarenlik eden bu yemyeşil ağacın tepelerine ilişti; kollarını alabildiğine açarak, dua edercesine gökyüzüne uzanan dallarına… Derken her bir dala bağlanmış türlü renklerde çaputlara dikkat kesildi. Saatlerdir altında oturduğu bu ağaç, insanların “Dilek Ağacı” olarak adlandırdığı Ardıç Ağacıydı. Sevdiğini bekleyenlerin medet umduğu, hastalıklarına şifa isteyenlerin tutunduğu, daha nice dertlilerin umuduyla beraber kuşak bağladığı bu ağaç, acaba onun da derdini yücelere iletir, dileğine aracılık eder miydi? Belki de yeryüzünde arayıp bulamadığı derdinin devası yücelerde gizliydi… 

Ağacın uzanılabilecek dalları bir tüye dahi yer veremeyecek ölçüde doluydu. Bir tek en yüksek dalda dilek bağlanacak yer vardı ama Aliye’nin oraya çıkmaya ne kabiliyeti ne de cesareti vardı. Omuzları düşmüş, içine düştüğü karanlık yeniden büyümeye başlamıştı ki, yıllar önce okuduğu bir söz, bir emir misali zihninde yankılandı “Ben o yücelere çıkamam deme! Kerîm olanın eteğine yapış…”  Hızla yerinden kalktı, boynundan çıkarıp gözyaşlarını sildiği yemenisini kaptığı gibi dalları birer birer aşarak bu yeşil renkli yemeniyi ağacın en yüksek dalına bağladı. Sıra dileğini dillendirmeye gelmişti ama nereden başlayacaktı? Başını gökyüzüne kaldırarak derin bir nefes aldı, gözlerini sımsıkı kapattı ve sadece şu sözcükleri mırıldandı “Ya Rabbi! Yüreğime yük olan gizli dertlerimi bana aşikâr eyle. Yolumu bulabilmem için bana yardım eyle…” 

Aliye gözlerini açtığında, gönlünde belirgin bir ferahlık vardı, tıpkı gökyüzündeki bembeyaz bulutlar gibi… Aklından değil, gönlünden süzülerek diline yol bulan bu dilek, onu bir parça huzura erdirmiş, sanki karanlıklar içinde çırpınan kalbine, bir şule yakmıştı. Hayli zamandır özlemini duyduğu huzurun bir nüvesini elde etmesine vesile olan bu ağaca minnet ve şükranla bir kez daha baktı. Çiçeklenmiş dalları onu içinde bulunduğu hazan mevsiminden bahara taşıyacak birer emare gibiydi. Sonra çiçeklerin arasına gizlenmiş tohuma benzer meyveleri fark etti. Teşekkürü borç bildiği ardıç ağacına borcunu ödemenin yolunu, o renkli çiçeklerin arasında gizlenmiş tohumlarda buldu… 

Avucunda sıkıca tuttuğu tohumlarla birlikte hemen işe koyuldu. Yareninin yakınlarında gözüne kestirdiği bir toprağı, tohumları gömmek üzere elleriyle kazmaya başladı. Onun çoğalmasına vesile olacak bu tohumlar, insanların gölgesinde huzur bulacağı bir ağaca dönüşecek, kendisinin Kerim bildiği bu ağaç, kim bilir daha kimlere yarenlik edecekti… 

Aliye sanki toprağı değil, gönlünün üzerine olanca gücüyle çökmüş karanlıkları kaldırıyordu.  Avuçladığı her toprak az evvel içinde yanan ışığın daha belirgin hale gelmesini sağlıyor, açtığı çukur derinleştikçe, sanki o yıllardır hasretle beklediği huzura doğru yükseliyordu. Lakin içinde bulunduğu bu mesai onu bir hayli yormuştu, bir soluk dinlenmek üzere tekrar yareni olan Ardıç ağacının gölgesine sığındı. Yorgunluktan kapanmaya yüz tutan gözleri, uykuyla uyanıklık arası bir mahmurlukla az evvel gönlünden kopup yücelere yükselen dileğine, o yeşil renkli yemeniye odaklandı… 

Tatlı bir meltem gibi esen o ses hiç durmadan cıvıl cıvıl şakıdı, Aliye’yi daldığı uykudan uyandırıp, toprak kokan avuçlarına bıraktığı bir mektupla, mutlak gerçeğe doğru uğurladı. O kuş, Aliye’ye şakıdığı namede şunları anlatıyordu: Güzelim! İnsanlara gölgelik olsun niyetiyle ekeceğin bu tohumu yeşertmenin yolu, senin nazlı ellerinden değil bir Ardıç Kuşunun kursağından geçmeli. İyi bil ki, Ardıç Ağacı ancak bir Ardıç Kuşunun varlığı potasında eriyerek var olur. Ardıç tohumu yapısı gereği sert katmanlardan oluşur fakat bu katmanlar onun öz tohum olmasını engellemek üzere bulunan faydasız yanlarıdır. Ne zaman ki bir Ardıç Kuşu o tohumları yer ve sindirim yoluyla faydasız katmanlarını sıyırır, işte o zaman bu yemiş, gerçek bir tohum olmaya hak kazanır. Ardıç Kuşu hiç ihtiyacı olmadığı halde bu çileli yola ardıç ağacını var etmek için katlanır. Onların hikâyesi tıpkı Âşık ile Maşuk misalidir. Ardıç Ağacı, Mâşuğu olmadan tam anlamıyla varlığını ortaya çıkaramaz ancak Ardıç Kuşu daim diri ve canlıdır… 

Tabiat, türlü veçheleriyle Aliye’yi kendi öz tabiatına davet etmiş, aslında ona kendisinde saklı olan cevherlerden sadece birer emare göstermişti. Gerçekten de tohumun ağaca, beşerin insana dönmesi ancak bir usta eliyle mümkündü. Kendisinden ulu bir ağaç zuhur etmesi için Ardıç Kuşunun varlığı potasında kabuklarından arınan tohum misali; o da kendi varlık tohumunu bir ustanın aşk ve tevazu teknesinde arındırmalı, yüreğine yük olan gizli dertlerini onun sayesinde aşikâr etmeliydi… 

devam edecek…

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam