Başkasının Cenneti, Kendinin Cehennemi

Yağız Gönüler
5 dakika
-+=

“İnsanlar, kendi ruhlarıyla karşılaşmamak için
ne kadar saçma olursa olsun her şeyi yaparlar.”

– Carl Gustav Jung, Rüyalar


Varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre’ın, insan ilişkilerindeki çatışmayı, kara noktaları, uyumsuzluğu anlatan felsefi oyunu No Exit’te (1944) bir replik geçer: Cehennem başkalarıdır. Bu sözün üzerine yapılan yorumlar ve atıflar ortada, şarkılara ve hatta filmlere ilham verdiği de apaçık. Sartre bu sözün pek çok yere çekilebileceğini sezmiş ya da sonradan fark etmiş olacak ki şunu belirtmiş: “Bu sözle, diğer insanlarla olan ilişkilerimizin her zaman zehirli, her zaman cehennem gibi olduğunu kastettiğim düşünüldü. Ama gerçekten anlatmak istediğim şey farklı bir şeydi. Anlatmak istediğim şey, bir başkasıyla olan ilişkimiz bozulursa, ciddiyetsizlik kazanırsa, yani yozlaşırsa, karşımızdaki kişinin işte o zaman bizim için cehennem olacağıdır.”

Sartre’ın açıklaması elbette bu kadar değil. O, başkasıyla olan ilişkisinde bağımlılık yaratan kişilerin bir cehenneme dönüştüğünü de söylüyor. Bu açıdan bakıldığında cehennemde yaşadığı görülen çok sayıda insan olduğunu, başkalarının yargılarına ve eleştirilerine kendilerini hapsedenlerin de bu cehennemde yer aldığını, tüm bunların sonucunda başkalarıyla kurulan ilişkinin ne kadar değerli olduğunu anlamak gerektiğini de belirtiyor.

Toparlayacak olursak; sevgisini ya da ilgisini başkası üzerinde hakimiyet kurma şeklinde biçimlendiren insanlar birer cehennem. Kendini başkalarının fikirleri içine hapseden ve başkalarının yaşadığı hayatı yaşamaya çalışan insanlar da birer cehennem. İnsanın kendi cennetini bulabilmesi, inşa edebilmesi, kısacası cennet olabilmesi için derin bir varoluş sancısı çekmesi gerektiği Sartre için bir ütopya değil, hakikat. 1938’de yayımlanan ilk büyük edebi eseri Bulantı’da ona şunları yazdıran da bu hakikat olsa gerek: “Biliyorum. Bana tutku verecek herhangi bir şeye ya da kimseye artık rastlamayacağımı biliyorum. Birisini sevmeye kalkışmak önemli bir işe girişmek gibidir, bilirsin. Enerji, kendini veriş, körlük ister… Hatta başlangıçta, bir uçurumun üzerinden sıçramanın gerektiği bir an vardır. Düşünmeye kalkarsa atlayamaz insan. Bundan böyle artık bu gerekli sıçrayışı yapamayacağımı biliyorum.”

Bir Fransız’ın sözünden, bir Fransız filmine geliyoruz şimdi: Le feu follet. 1963’te gösterime giren filmde, büyük bir depresyona giren Alain Leroy’un hikayesine tanık oluruz. Tedavi gördüğü klinikten ayrılır ve artık yaşama daha güçlü adımlarla devam etmek için kendine nedenler arar. Bu nedenler arasında eski arkadaşlar ve kadınlar vardır. Eski arkadaşlarıyla yeniden irtibat kurduğunda aradığı yakınlığı göremez. Kadınlar ve aşk konusundaysa her ne kadar umutlu olsa da sık sık yıkıma uğrar. Aydınlık ve karanlık arasında, ipince ve kılıç gibi keskince bir çizgidedir Alain Leroy. Gerisini filmi izlemek isteyenlere bırakalım ama yazının devamı için ihtiyaç duyduğum repliği buraya almalıyım. Leroy, sevdiği bir kadın tarafından terk edilir ve kadın giderken ona içinde biraz şefkatin biraz da acımanın olduğu gözlerle bakarak şöyle söyler: “Seni en kötü düşmanınla baş başa bırakıyorum. Kendinle.”

Çevremde pek çok kederli, bazen de coşkulu hadiseye tanık olduğum bir yıl yaşıyorum. Eşinden ayrılan arkadaşlarım, işinden ayrılan arkadaşlarım, şehrinden ayrılan arkadaşlarım. Kimi kendini bulmak, kimi yıpranan benliğini yeniden inşa etmek, kimi de bilinmez bir boşluğa ihtiyaç duyduğu için çekip gitmek durumunda kaldı. Giden gitti, kalan kaldı. Âlem kesinlikle boşluk kabul etmiyor. İnsan kendine dair arayışlarında keşfettiği olumlu duygularla esaslı bir ilişki kuramadığında, kendini çalışmadığında, yani ruhunun kadrini temaşa edemediğinde, nefsi devreye giriyor. Yine o köhne düşünceleriyle, yıpranmış duygularıyla ve yorgun hayalleriyle baş başa kalıyor. Âlem boşluğu, hayat da durmayı kabul etmiyor. Tüm bunlar, yeryüzüne geliş sebebimizin ruhumuzla bağlantıda kalmak olduğuna dair önemli fikirler veriyor, vermeli. Yeni bir adım, yeni bir gaye ve yeni bir yolculuk için ödü kopanları, şehrin kuytu köşelerinde karşımıza çıkan köhne yapılara benzetiyorum. Yıkık bir köşk, viran bir apartman, kimsesiz bir konak. Ne yazık ki boya kurtarmaz, sadece yeni bir toz bulutuna, şiddetli bir depreme kadar iyi gösterir. Hakikat acımaz, acıtır.

Hakikatle buluşmak, yani insan olmak için ödümüz kopuyor çoğu zaman. Hep başkalarının hâlimizden anlamasını istiyoruz ama kendi hâlimize ne kadar vakıfız, orası meçhul. Bu yüzden “iyilik, sağlık” diyoruz sessizce telefonda, “yuvarlanıp gidiyorum işte” diyoruz kırık bir tebessümle, dilimize bile yakışmayan bir “şükür be” çıkıyor ağzımızdan bazen de, kalbimizi güldüren. Belki çok fazla başkalarına maruz kaldığımızdan. Ama nasıl başkaları? Bize iyi gelmeyen, bizim de iyi gelmediğimiz başkaları. Herkesin herkese iyi gelmeyeceği ilahi bir ikazdır aynı zamanda. Kuşlar bile kendi türleriyle yol alabilirler. Karşılıklı iki gönlün birbirine iyi gelebilmesi için, her iki gönlün de ayarının aynı istikamete doğru kurulmuş olması lazım. Diğer türlüsü, bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösteriyor. Böylece başkalarıyla olan ilişkimiz de arada bir yaşanan şöyle-böyle duygulardan ibaret kalıyor. Bu ilişkilerde sevgi, merhamet, şefkat, dostluk, vefa, cömertlik, anlaşma, paylaşma, sırdaşlık hep yarım kalıyor. Evet burası dünya, burada zaten pek çok şey yarım kalıyor ama sürekli yarımlık üzerine kurulan bir hayatın ne kadar hayat olabileceği aşikâr.

Kişi “yandım yoruldum” diye feryat ederken onda göz yaşı, ter görmek isteriz. Yoksa herkes şu çile dolu yaşamda her gün, defalarca yanıyor, yoruluyor. Gerçeği arayanlar, yarım yamalak ilişkilerin içinde zamanlarını, giderek de kendilerini heba ediyorlar. Velhasıl kelam diyelim ve yazının sonuna gelelim.

“Seni en kötü düşmanınla baş başa bırakıyorum. Kendinle.”

Bazen hayatta bir başkasına uygulamamız gereken tarife budur. Onu bir türlü aşamadığı korkularıyla, sığındığı plastik mağduriyetleriyle, diline sakız ettiği şikayetleriyle, her seferinde vazgeçeceğim dediği halde daha çok bağlandığı putlarıyla, kaygan zeminden farksız konfor alanıyla, yegâne rehber kabul ettiği aklıyla baş başa bırakmak.

Çünkü bazıları yaşarken cehennemini hazır eder. Çünkü bazıları kendini hiçbir şekilde dönüştürmeyip yaradılış nizamıyla inatlaşır. Çünkü bazıları aynaya ihtiyacı olduğu halde yüzünü kendi inşa ettiği duvara dönmeye hazırdır.

Dikeni gül eylemek hüner meselesidir. Bunu başaran da hem kendini hem çevresini gül eder. Cehennemde gül olmaz…

3 Yorum

Lütfiye Batum 14 Ağustos 2023 - 17:54

Çok güzel bir yazı …beni sarstı..kaleminize yüreğinize sağlık 🙏❤️

Cevapla
Alev Çağlayan 16 Ağustos 2023 - 18:35

Sonuna kadar katılıyorum size…20’li yaşlardan itibaren yakın dostumla kurduğumuz bir ifadedir; “kendi kendini ameliyat etmek” … Buna yabancı olanlar botokslu, makyajlı, maskeli, “hızlı” çözümler aramaya devam ediyor sancılarına…ilişkilere dair “tümör” içeride kalıyor. Sürekli farklılaşan yaraları okuyabilmek ayrı, yüzleşebilmek ayrı hüner tabii…velhasıl Özüne dürüst ve perdesiz bakamayan karşısındakine nasıl bakacak?! …Sartre da bunu yapmıyor mu temelde?… Yaradan’la irtibat kısmını farklı ele alsa da…velhasıl, elinize, gönlünüze, kaleminize sağlık. Sayenizde nerelere gittik.

Cevapla
Sevilay Durmuş 17 Ağustos 2023 - 10:56

Yüreğinize sağlık, kaleminiz kavi olsun… Dikeni gül eylemek bizlere de nasip olsun inşaallah Kıymetli Dost…

Cevapla

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam