Bugün bu anlayışın değiştiğinden şüphem yok ama ne kadar değişmiştir bilemeyeceğim. Çocukluğumda benim gibi tahsiline devam eden “mektep efendilerinden” beden işi yapmaları pek beklenmezdi. Hatta beden işlerinin okuyan kişilere uygun olmadığı, onu yapacak kişilerin okumamış insanlar olduğu düşünülürdü. Bu anlayışın toplumda herkesin bir yeri ve işi olduğu düşüncesini öngören statik bir toplumsal yapının ürünü olduğunu sanıyorum. Nitekim, aynı anlayışa Mısır’da da rastladım. Evlilik nedeniyle konuk olduğum Mısır’daki Türk sefaretinin şoförü, arabayı kendisi yıkamıyor, kendi maaşından adam tutarak, arabayı ona temizlettiriyordu. Evet, şoförün işi arabayı sürmekti, yıkamak ise daha alt seviyede bir işti, şoföre yakışmazdı. Dolayısıyla, onu bedeli mukabili yapacak uygun birisine havale etmek gerekirdi.
Herkesin beden işi yapabileceğini, bunun tabii olduğunu, ayıp bir şey olmadığını ben ilk defa 1957’de Amerika’ya mübadil öğrenci olarak gittiğim zaman gördüm. Daha etrafı bile görmeye dahi fırsat bulmadan, annemin Amerika’da çocukların ev işine yardımcı oldukları yönündeki telkinleriyle, beni misafir eden ailenin hanımına gitmiş ve ev işlerine ne gibi yardımcı olabileceğimi sormuştum. Evin San Francisco Körfezi’ne bakan panoramik camlarının temizlenmesine ihtiyaç varmış. Elime malzemeleri tutuşturdular, bir hayli yüksekte olan camları temizlemeye başladım. Kollarım ve omuzlarım alışmamış olduğundan, biraz sonra adalelerim acımaya başladı. Kendi kendime söyleniyorum: “Ben buraya temizlikçilik yapmaya mı geldim, keşke hemen eve dönsem!” Her neyse, sonunda kendime yakıştıramadığım işi başardım, bitirdim. Teşekkür ettiler.
Biraz etrafı tanımaya başlayınca, hemen her lise öğrencisinin beden işi yaptığını, birçok öğrencinin bu suretle para kazandığını gördüm. Örneğin, o sıralarda henüz motorlu çim biçme makinaları gelişmemişti. Bahçelerde yetişen otlar, kişinin ittiği ot biçicilerle kesilir, sonra da tırmıkla toplanırdı. Çoğu lise öğrencisi okuldan sonra asgari ücretle tanıdıklarının bahçesini temizler, haftalık harçlığını çıkarırdı. Dikkat ettim, öğrencilerin çoğunun ailesi çocuklarına harçlık verecek kadar varlıklıydı. Mesele ihtiyaç değil, çocuğun çalışarak kazanmayı öğrenmesiydi. Bir lise öğrencisinin en kolay yapabileceği işlerden biri de ot biçmek gibi bir beden işiydi.
Hemen belirtelim, gençlerin bu tür işler yapmaları toplumda emeğe duyulan ihtiyacın karşılanmasına da yardımcı oluyordu. Bunu, profesyonel olarak ot biçmeyi iş edinen bir kişiye yaptırmak herhalde çok pahalı olurdu. Zaten ot biçici diye hizmet veren kimseler de yoktu. İşin boş vakitlerinde çalışmaya hazır genç öğrenciler tarafından görülmesi herkesin kolayına geliyordu. Bahçe sahipleri nispeten ucuz tarifeden bahçelerinin bakımını yaptırıyor, lise öğrencileri ise harçlıklarını çıkarıyor, ailelerinden bağımsız oluyorlardı. Herkes kazançlıydı.
Kısa sürede ben de araziye uydum, ot biçerek para kazanmaya başladım. Sonra, bir Drugstore’un kahve-sandviç bölümünde iş bularak okul çıkışlarında orada çalışmayı sürdürdüm. Bendeki beden işi yapmamaya karşı yerleşmiş psikolojik-kültürel engeller ortadan kalktı. Amerika’da uzun süren öğrencilik hayatımda muhtelif beden işlerinde çalıştım, garsonluk, inşaat işçiliği, asansör operatörlüğü (o sıralara asansörler daha otomatik olmamıştı), Atlantik kıyısında cankurtaranlık yaptım. Böylece kendimi daha özgür hissettim. Kendi yarattığım imkanlarla daha keyifli bir hayat yaşadım.
Türkiye’ye dönerken karşılaştığım bir olay ise beni çok etkilemiştir. O yıllarda uçak seyahatleri henüz lüks olmaktan çıkmamıştı. Bir hayli eşyam da var. En güvenilir yol New York’tan gemi ile Napoli’ye gelmek; oradan da Türk gemisine binerek İstanbul’a ulaşmak. Aksilik bu ya, benim gemiye bineceğim gün liman işçileri grev yapıyorlar. Birçok kişi bavullarıyla geliyor, kamaralarına bavulları ise işçilerin taşıması lazım. Benim de hepsini aynı anda taşıyamayacağım kadar fazla eşyam var. Gemileri işleten American Export Lines, yükleme sorununu nasıl aştı der siniz? Şirketin, genel müdürü ve üst düzey yöneticileri dahil bütün çalışanları rıhtımda, yolcuları karşıladılar, eşyalarını teslim aldılar ve kamaralara, depolara kendileri taşıdılar. Düşündüm, acaba aynı olay ülkemizde yaşansa, şirketin üst düzey yöneticileri böyle bir jest yaparlar mıydı? Sanmıyorum. Belki alt düzey personeli gönderirler, kendileri de çalışanlara nezaret görevini üstlenirlerdi.
Türkiye’ye döndükten sonra yaşadığım bir olay, bizim beden işinde daha bir hayli yol almamız gerektiğini bana gösterdi. Çoğu kimse bilmiyor veya hatırlamıyor. Üniversite Giriş Sınavları sistemini ilk olarak İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi kurdu. Çok değerli bir istatistik profesörü olan Prof. Haydar Furgaç, o dönem yeni gelişen bir IBM büyük kasa (main frame) bilgisayar edinerek süreci başlatmıştı. Ben de kendisine yardımcı olan “çömezlerden” biriydim. Sınav defterleri İstanbul’da basılıyor, bilahare sınavın yapılacağı diğer illere de kamyonla gönderiliyordu.
Yılından tam emin olamıyorum ama 1970 olabilir, benden sınav evrakını Ankara’ya götürüp getirmem talep edildi. Evrak, sınav mekanları ve salonlarına göre tasnif edilmiş olarak çuvallarla Tuzcuoğlu’nun kapalı kasa kamyonuna yüklendi ve kapısı mühürlendi. Ben de kamyon şöförünün yanına oturdum. Sabah erkenden İstanbul’dan ayrıldık, akşamüstü Ankara’ya vardık. Ankara’da evrakı sınav sorumlularına sayarak teslim ettim. Ertesi gün sınav yapıldı. Bu aşamadan sonra süreç tersine işlemeğe başladı. Salonlardan ve binalardan toplanan evrak paketlenerek teslim alınıyor, sayılarak çuvallara konuluyordu. Ardından benim nezaretimde çuvallar sayılarak kamyona yükleniyordu. Tabii, kamyon kasası yine mühürleniyordu.
İstanbul’a dönüş için yola çıktık. Hesaba göre, gün batarken İstanbul’a varacağız. Henüz köprü yok, fakat arabalı vapura ve polislere haber verilmiş, bizi sıra bekletmeksizin bindirecekler. Kızılcahamam’a yaklaşırken şoför, “Ağabey araba ikinci vitesten sonra vites değiştirmiyor, gidemeyiz, Kızılcahamam’da tamirciye çekeceğim, Ankara’dan parça istememiz gerekebilir,” dedi. Öyle de oldu. Bütün günümüz tamirde geçti. Ancak akşam hava karardıktan sonra tekrar yola çıkabildik. Sabah 6:00 gibi Harem’e vardık. Henüz köprü yok. Karşıya arabalı vapurla geçeceğiz. Şoför hemen yükünü boşaltmak istiyor çünkü saat 8:00’den sonra kamyonların şehir içinde dolaşması yasak. Saat 7:00 sularında İktisat Fakültesi Yeni bina altındaki bilgisayar merkezi ve deposuna vardık. O dönem üniversitede yatan hademeler var. Ben bizi bekleyen hademeye onları uyandırın ve hemen kamyonu boşaltmamız gerekiyor dedim. Biraz sonra hademeler, hafiften mahmur, şeref verdiler, isteksizce çuvalları taşımağa başladılar. İş çabuk bitsin diye ben de bir yandan çuval taşıyorum, diğer yandan da eksik olmasın diye çuvalların çetelesini tutmaya çalışıyorum.
Bir hademe benim duyacağım şekilde söylenmeye yöneldi. “Bu ne rezalet, bize hamal işi yaptırıyorlar!” Herhaldegençliğimden kaynaklanan tahammülsüzlükten olacak birden tepem attı. “Ulan eş…….ek” diye haykırdım. “Burada hademe olmasaydım, muhtemelen aşağıda halde (o sıralar hal Eminönü-Unkapanı arasındaydı) hamal olurdun. Görmüyor musun, ben de çuvalları sırtıma vuruyorum. İşin bitmesi lazım. Yapamayacaksan defol git, ama seni şikâyet edeceğimi de bilesin!” Sustu ve çuvalları taşımaya devam etti. Geriye dönüp bakınca, herhalde durumu daha farklı bir şekilde idare etmem uygun olurdu. Öyle anlaşılıyor ki, beden işi yapmak o günün iş bölümü çerçevesinde hademelere bile yakışmayan bir işti. Herkesin işinin ve toplumdaki yerinin belirlendiği statik toplumda bu kural hüküm sürüyor, kurala uyulmaması tepkiye yol açıyordu.
Bugün bu anlayış ne kadar değişmiştir? Bilemeyeceğim. Sanıyorum bir yandan emek pahalılaşınca, diğer yandan iş bulmanın zorluğu karşısında okuyan kişilerin bile beden işleri yapmayı kabullenmek zorunda kalmaları sonucunda, beden işinden kaçınmayı öngören değerler sistemi kendiliğinden zayıflamıştır. Yine de çoğu insanımızın beden işini küçümsediğini, bu tür işlerden kaçındığını hissediyorum. Buna karşılık, şartlar beden işinden kaçmamamızı gerektiriyor ama toplumsal tavırların değişmesi pek de kolay olmuyor. Kendi tecrübemden yola çıkarak, beden işinden kaçmamanın, saygı duymanın kolay edinilen bir anlayış olmadığını kavramakta fazla zorlanmıyorum. Ama görüyorum ki, koşullar hepimizin daha fazla beden işi yapmasını tabiileştirdi. Arkası da gelecektir. Herhalde sabırlı olmamız lazım.