Bireycileş(me)

Alper Tanca
4 dakika
-+=

Uzun seneler evvel, ben daha henüz dalından kopmamış ham bir meyve iken bir dönem yazları Bodrum Türkbükü’nde geçirirdim. O dönem yeni meşhur olmuş, ama hâlâ sevimli, güzel bir koydu Türkbükü. Kaldığımız ev de yüksek taş duvarları, içinde devasa Kangal köpeğiyle adeta bir kale gibiydi. Bir gün bahçede bir şeylerle uğraşırken çat kapı bir teyze girdi içeriye. Oldukça ilerlemiş yaşına rağmen dinç, gözleri çakmak çakmak bakan, Türkbükü’nün has köylüsüydü. Kendinden emin adımlarla içeri girdi, bir selamünaleyküm dedikten sonra koltuğa kuruldu. Her şeyi o kadar doğal akışında yapıyordu ki, uçan kuşa havlayan bekçi köpeği bile ona şöyle bir baktıktan sonra havlamaya cesaret edemedi, yattığı yere geri döndü. Anlat oğlum, kimsin? Necisin? Nereden geldin? Nereye gidersin? dedi. Ben şaşkın bir halde, ağzım açık teyzeyi izliyordum. Bir şehirli için apartmanın kapısının açılması, içeri komşunun girmesi ve salona oturması nasıl kabul edilemez bir şeyse ben aynı şeyi o bahçeli evde de hissediyordum. Şaşkınlıktan bir çay bile ikram edemedim, hâlâ kızarım kendime. Ne cevap verdim hatırlamıyorum ama bir süre sonra teyze “Hadi kal sağlıcakla oğlum” deyip, geldiği gibi usulca bahçeden çıktı gitti. Peki bu teyzede olup da bende olmayan şey neydi?

Reziliyans, yani mukavemet üzerine aldığım tüm eğitimler, bireylerin mukavemetli olabilmesi yani bir zorluk ya da travma karşısında tekrar kendilerini toparlayıp iyi ve güvende hissetme haline geri dönebilmeleri için birtakım koşullar olması gerektiğini söylerler. Bu koşulların en önemlilerinden birisi, sağlıklı bir sosyal iletişim ağı içinde olabilmektir. Yani başkalarıyla olumlu ilişkiler kurma ve sürdürme, aidiyet duygusu oluşturma ve diğerleriyle anlamlı iletişim kurma. Biz bireyselleştirdiğimiz, her fırsatta birey olmayı sosyal bir varlık olmanın önüne koyduğumuz şehir yaşamında bu bağlantıları kurabilmekten gittikçe uzaklaşıyoruz. Kabul edelim, bir çoğumuz çok yalnızız. Kalabalıklar içinde yalnızız hem de, gerçek ilişkilere susamışız. Çevremizde çok insanın olması da bu susuzluğumuzu gidermiyor, aksine tuzlu su içerek daha da susayan kazazedenin haline benziyor durumumuz. O teyze evin etrafındaki yüksek duvarları görmemişti bile, onun için yok hükmündeydiler. Nedenini düşündüm, bulabildiğim tek cevap “Çünkü her şeyden önce onun kendi içinde böyle yüksek duvarları yoktu.” oldu. Bizlerin yaptığı gibi kendisini yine kendi ördüğü duvarların ardına hapsetmemişti. Biz ise kendi içimizden başlayarak etrafımıza görünmeyen ve görünen duvarlar örmekle meşguldük. Kimi zaman patron rolümüzle bir duvar ördük, kimi zaman güçlü baba olmak zorunda kaldık bir duvar daha ekledik, bazen işyerinde diğer çalışanları ezip geçmemiz gerekti, bazen de yumuşak karnımızı kimselere göstermek istemedik, en güçlü duvarı kalbimizin etrafına ördük. Bir de baktık, bizi dışarıya karşı koruması gereken duvarlar, kendi hapishanemiz olmuşlar.

Biz şahsiyet inşa etmek isterken konuyu yanlış anlayıp bireyciliğe doğru meylettik sanki. Günümüz toplumu ve kapitalist sistem, kişinin bireyselliğini keşfetmesiyle bireycilik arasındaki ayrımı bulanıklaştırmakta. Şahsiyet inşası, bir bireyin kendi özgün dünya görüşünü ve etik değerlerini belirlemesi ve bu değerlere sadık kalarak anlam ve amaç bulmasıyla ilişkilendirilebilir. Bu süreç, bireyin yaşam deneyimleri, çevresiyle etkileşimi, eğitim, öğrenme ve kişisel refleksiyonlar yoluyla gerçekleşebilir. Yani şahsiyet inşası, bireyin sadece kişisel deneyimlerle değil, aynı zamanda toplumsal ve kültürel etkilerle de şekillendirdiği bir süreçtir. Bireyselleşme ise, genellikle bir bireyin toplumdan, kültürel normlardan veya dış etkilerden bağımsız bir kişisel kimlik geliştirme sürecini ifade eder. Bireycilik de bireylerin kendi çıkarlarının ve ihtiyaçlarının, topluma veya gruplara olan çıkarlarından daha önemli olduğuna inanan bir felsefi veya siyasi öğretidir. Bireycilik, bireylerin kendi kararlarını verme, kendi seçimlerini yapma ve kendi yaşamlarını yaşama özgürlüğüne sahip olduğuna inanır. Bunda da yanlış bir şey yoktur, ancak bireyciliğin sınırları toplumsal ilişkiler ve etik alan bağlamında değerlendirilmelidir ve ölçüsüz olmamalıdır. Bu üç kavram da bir arada var olabilir. Ancak biz bir tarafa fazlaca meyledince sandalyenin ayaklarından birisi kısa kalır, dengesi bozulur.

Türkbükülü teyzem işte bu kavramlara yabancıydı, onun defterinde kapitalizm, rekabet, bireyin ön plana çıkartılması yoktu. Onun atalarından öğrendiği Anadolu irfan geleneğinin temel kurallarıydı. Onun için komşu sadece yan dairede oturan yabancı değildi, sıkıştığında yardım isteyeceği, sıkıldığında çayını içeceği, börek yaptığında paylaşacağı “ötekileştirmediğiydi”. Kapıdan içeri giren Tanrı misafiriydi, komşuya gittiğinde de kendisi öyleydi. Duvarlarını kurarken taşları hoyratça kullanmamıştı. O sadece öz benliğini, öz saygısını ve değerlerini koruyacak kadar küçük bir çit çekmişti gönül bahçesinin etrafına hepsi o. Bu çit, kurdu, çakalı dışarıda tutacak kadar sağlam ancak kelebeği, arıyı içeriye alacak kadar da geçirgendi. Tam da olması gerektiği gibi…

1 Yorum

Ayşe Müge Canan 1 Ekim 2023 - 11:35

Harika:)

Cevapla

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam