Her sabah gözlerimizi açıyor ve o günün hikâyesinde kendimizi buluveriyoruz. Hareket ederken, yer içer hatta hiçbir şey yapmazken dahi hikâyenin bir kısmını gerçekleştiriyoruz. Sokağa çıkıyor, belki iş yerimize gidiyoruz. Yol boyunca komşumuzla, sokak köpekleriyle, şoförlerle, okula koşturan öğrencilerle karşılaşıyor, bazısına selam veriyor, bazısının sadece yanından geçip gidiyoruz ama bütün bu görüntüler, çoğu zaman anlamasak da o günün müthiş hikâyesine ait parçalar.
Dalgın bir şekilde yürürken bazı ayrıntıları kaçırıyoruz büyük ihtimalle. Balkonlardan bahar coşkusuyla taşan çiçekleri ya da köşe başında sevgilisini bekleyen gencin heyecanını görmüyoruz ama bizim hâlimizi fark eden birileri mutlaka oluyor çünkü fark edenler, o günün hikâyesinde böyle bir görüntüyü hafızalarına kaydetmekle yükümlüler.
Zihinlerinde dalgın bir şekilde yürüyen kadına ait görüntülerle yollarına devam edenler, başkalarının karşılarına çıkıyorlar. Onları görenler, kafalarını kurcalayan önemli meselelerle yanlarından geçip giden bu insanlara dikkat ediyorlar. Dikkat etmeliler çünkü o günün hikâyesinde, kendilerine biçilen görüntüler bunlar.
O sabah bir dilencinin önünden geçiyor bu insanların çoğu. Kimisi onu fark ederken kimisi görmüyor ve yine kimisi ceplerinden çıkardıkları minicik hazineyi dilencinin avucuna bırakıyor. Dilenci parayla birlikte veren eli ve yüzü hafızasına kaydediyor çünkü o günün hikâyesinde ona düşen rol bu.
Zaman geçiyor, yaşıyor ve birçok hikâyeye girip çıkıyoruz. Böyle olmalı çünkü başkalarınınkine dolaylı veya dolaysız dâhil olurken kendi hikâyemizi tamamlamalıyız. İnsan topraktan, yeryüzünün çoğu sudan meydana gelmiş olabilir ancak her şey aslında bir hikâyeden meydana geliyor. Dağın bir hikâyesi olduğu gibi, kafeste bekleyen sultan papağanının da var. Rüzgârın olduğu gibi, gıcırdayan bir sandalyenin de var.
Kendi hikâyemiz sürerken başkalarının hikâyeleri bir süreliğine bizimkiyle birleşiyor. Bir süre diyorum çünkü her hikâyenin kendi yolunda akması gerekiyor. Ve yollar ayrıldığında başka hikâyelerin bizi beklediği gerçeğiyle teselli buluyoruz. Böyle olmalı çünkü ancak bu şekilde kendi yolumuzu tamamlayabiliriz.
Yeryüzü her ne kadar paralel ve meridyenlere bölünmüş olsa da o aslında sayısız hikâye ağıyla örülmüş bir küre. Üzerinde sonsuz macera yaşanırken o da kendi hikâyesini gerçekleştiriyor. Tıpkı bildiğimiz ve bilmediğimiz galaksilerde varlığını sürdüren diğer bütün gezegenler gibi.
Bir gün her şey ve herkes hikâyesini tamamlayacak. İnsan bazı hikâyelerin yarım kaldığını sanıyor ve bu yarım kalışın sebebi olarak ansızın gelen ölümü görüyor. Oysa hiçbir şey yarım kalmıyor. Bazı hikâyelerin tamamlanması için yeryüzünün imkânları kısıtlı kalıyor belki de. İşte bu hikâyeler bambaşka diyarlarda mutlaka tamamlanacak.
Yazarken çarpıcı bir hikâye kurmaya çalışsak da yaşarken iyi ve merhametli bir hikâye geride bırakmak istiyoruz. Bizim olmadığımız yer ve zamanlarda anlatılacak her şey çünkü hikâyenin de bir hikâyesi varsa, o da anlatılarak yılların arasından geçip gitme kaderine sahip olacak. Sayısız kez tekrar edecek bu döngü. Ta ki büyük hikâye tamamlanana kadar. Peki, bitecek mi her şey bununla? Hikâye bu kadar karışmışken ruhumuza, bilmediğimiz diyarlarda yeni hikâyelerin içinde kendimizi bulmayacağımızı kim söyleyebilir…