Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş,
Burhân sorardım aslıma aslım bana burhân imiş
Ne derdi derde dair bu dizelerde Niyazî-i Mısrî hazretleri? Derdi ne ola idi ki dermânı dert olsun, derdi dermân olsun?.. Derdi Allah olabilene ne mutlu; ne mutlu ona ki, dermânı derdiyle bir olmuş, birleyemeyen gönül kendinden olmayan dertlerle meşgul iken, geriye hiçbir şey kalmayıncaya kadar birleyenin derdi de tevhidinden, dermânı da tevhidinden birer âyet olmuş.
O hazretler bir yana; derde ne olmuş? Kim, hangi dert olmayan dertlere gark olmuş? Ben… En çok da ben… Bu cümleler kendime düştüğüm bir not, bir de düş yoldaşlarıma, benim gibi arafta kalmışlara, bir arpa boyu yol alıp, yolunu kaybetmesin diye ardı sıra döktüğü arpaları kuşların yediği, bu yüzden de her defasında sil baştan yola koyulanlara…Evet, doğru, benim düşüm onlara…
Bugün biraz duygusalım, kederli olduğum da söylenebilir; hadi oradan, kedere ne hâcet, desem de inandıramam ki kendimi… Vücut iklimimin şîrâzesi dağılınca bazen, ağzımdan çıkan her söz, içimde tutup tutup da, tuttuğumla gurur duyup duyup da, sonunda tutamayıp haykırdığım her söz, eşe dosta, anneme babama, kardeşime, evlâtlarıma, en çok nazımın geçtiklerine kusar gibi söylediğim her söz, kendi kulağıma ağzı köpüren bir yabancının sesi gibi gelen sesimin, muhatabının kulak zarını titrettiği anda bende amansız bir pişmanlık halinde tezâhür eden eski ve tanıdık bir duyguya dönüşür. Suçluluk duygusu, ağızdan çıkan o deli yaydan fırlatılan ok misali nereyi vuracağı belli olmayan cümlelerin tavında dövüldükçe, ezildikçe bilenir, bilenir, bilenir; yerini çaresizliğe, geri dönülemezliğin çaresiz öfkesine bırakır.
Nihâyet sesler kesilir, fırtına durulur, sular çekilir, bir gelgit daha döngüsünü tamamlamıştır.
Bu hayal meyal düşüncelerle uzanırken can sıkıntısıyla, “dert”siz bir hayatın ne kadar eksik kalacağını düşündüm. Öyle ya, kime sorsan yakınır; kime eğilsen bir derdi var; kiminin derdi kaşı gözü; kiminin derdi boyu posu; kimi âşık, sevgilisinden karşılık görememekten şikâyetçi; kimi parasızlıktan veryansın eder durur; kimi kaybettiği sevdiceğinin yasında; kimi bir hastalığın pençesinde ıstırapta… Âh ki ne âh… Dertliye teselli olur mu meçhul; ancak bazen birinin derdi yekdiğerinin dermânı… Bazen yağmurdan kaçarken doluya tutulurcasına dert derdi kovalar; bazen nereden estiği belli olmayan tatlı bir rüzgârın üflemesiyle dağıttığı bulutların arasında beliren güneş gibi, göğün mavi yüzü gibi, bir bakarsın kocaman sandığın dertlerin un ufak olmuş, harâbeye gün doğmuş.
Her vaktin kendine has bir derdi var. Seherin derdi başka, akşamınki başka; her ikisi de kızıllıksa da mesela, tan yerinin kızıllığında duyduğun bir olur mu hiç guruba karşı yüreğinde beliren o iç sıkıntısıyla? İç sıkıntısı, nâm-ı diğer gönül darlığı… Hani olur da yüreğin görünmez iki el arasına sıkıştırılmış ve gönlün nihâyet “hay!” diye haykırıncaya dek kabzedilmiş gibidir. Tam da o “hay!” çığlığıyla yeniden hafifler göğsüne bütün ağırlığıyla çöreklenen gam yükü… Kabzın basta, darlığın genişliğe, kaygının sevince kıvrıldığı bir ara yol; “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” sorusuna muhatap olma ümidinin yeşerdiği berzahtır dertlilik bir bakıma. Evet evet, en çok da berzahtır dert; tıpkı insan gibi, yüzünün bir yanı semâya, diğer yanı toprağa dönmüş, benliği ilâhî olanla cismânî olan arasında, bir yanı aşkın bir diyara hasret, bir yanı dünyanın her tondan cezbesine kapılmış ve her ikisinden renkler yansıtan bir prizma, bir ara âlem misâlî… O âlem ki, bütün dokunaklı dizelerin, uçuşan ilham perileriyle şairlerinin kulaklarına fısıldandığı; en unutulmaz bestelerin yapıldığı; ressamların fırça darbelerinin tuvaller üzerinde kendiliğinden bin bir farklı yönde dans ettiği uçsuz bucaksız bir yaratıcılığın mekânıdır.
Derdi olmayanın dermânı olmaz, derdi aşk olan ise dertten geri duramaz, dediğim anda, “insan derdi kadardır” dediğini anımsıyorum bir büyüğümün… Unutamadığım sözlerden; öyle ya, her dert dertlisini iğneler iğnelemesine ama dert var, dert var… Derdi bir bardak suyu paylaşamamak olanın hâliyle ummânın içine gark olup ummandan olmak olanın hâli aynı mıdır mesela? Her ikisinin derdi de sudur gerçi ama birisi suyun kaynağından olmak ister, öteki “benim” dediği bardağa doldurduğu birkaç yudumun sahibi olmak… Derdin de dermânın da gerçek sahibi kimdir oysa? O halde derdin esiri olmakla emanetçisi olmak; derdi sahibine arz etmek arasında hatırı sayılır bir ayrım var. İnsanın derdi kadar olduğunu idrak etmenin inceliği, kendi haddini, yapabileceklerinin sınırlarını teslim etmesindeki o samimi tevâzuda gizli sanki…
Yani sevgili sînem, sözüm senden içeri, derdin kadarsın; lâkin “büyük” değilsin, derdin dünyanın bütün dertlerini yüklenmeye yeltenecek kadar “büyük”lenmiş, aman gönlün “dert”ten sarhoş iken “kibir”e dönmüş olmasın. Ne olsun? Ne mi olsun? Aşk olsun, henüz acemisi olsan da muhabbet olsun, dost olsun, dostluk olsun, derviş olamasan da dervişperver bir letâfet olsun, edep olsun, güzellik olsun. Çok uzak gibi gelen ve aslında o kadar da uzak olmayan zamanlardan seslenen Platon’un en yüce idea olarak tasvir ettiği “iyi” olsun, iyilik olsun ve “Ben batıp giden şeyleri sevmem” dediği gibi Hz. İbrâhim’in, derdin varsın platonik olsun.
Ey derdin ve dermânın sahibi güzel Tanrım! Derdimiz de dermânımız da Sen ol! Sen, sînem ve sen düş yoldaşım, hikâyedaşım, baştan aşağı aşka boyanır gibi ol, dert olduğun kadar dermân ol. Kime dermân ol? Başını göğe kaldırıp gözlerini sımsıkı kapattıktan ve kollarını iki yana açtıktan sonra çocuklar gibi kendi ekseninde sersemleyinceye kadar dönerken, önce kendine ol… Sonra o açılmış kollarının çizdiği çemberin içinde kalan herkese ve her şeye ol… Başını avuçlarının arasına sıkıştırmış, gözleri buğulanmış dostunla bir fincan kahve eşliğinde söyleşirken onu bir anlığına gülümseten ol. Hayatın hercümercinde erteleyip durduğun, uzun zamandır sesini duymadığın teyzenin telefonunu çaldırıp hâlini hatırını soran ol. Çocuklarla çocuklar gibi ol; yerden yüksek, ebelemece, körebe ve saklambaç oynarken duydukları o tarifsiz heyecana ortak ol. Tanıdığın ve tanımadığın ihtiyarların geçmişe özlemle anlattıkları öykülerinin kahramanı ol; hiç olmazsa titrek ellerinden tutup gözlerinde bir anlığına yanıp sönen pırıltıyı gören ol. Üzerine basıp da geçecek olduğun su birikintisinde çırpındığını son anda fark ettiğin bal arısına dal uzatan ol. Ol da ol…
Söz biterken, başladığım yere döner gibiyim, yalnız bu defa başladığımdan daha keyifliyim. Dil hânemden dile gelen sözlerle dertleştikçe, dildaşlarımla hemhâl oldukça akar, coşar, sakinler gibiyim. “Dertleşmek”… Bitiriyorum, dediğim yerden göz kırpan bu sözcükle son bir söz etmek ister gibiyim. “Dertleşmek” düş arkadaşım… Önce baştan ayağı dert olmak, dert hâline gelmek, sonra dert ortağı olmak, senin olmayan veya öyle vehmettiğin dertlere dermân olmak. “Dertleşmek”… Derdi üleşmek yani, büyük görünen dertlerin elbirliğiyle un ufak edildiği bir yoldaşlık kurmak… Başladığımız gibi bitirelim öyleyse… Ne demişti Niyâzî-i Mısrî hazretleri:
Derd-i Hakk’a tâlib ol dermâna erem dersen
Mihnetlere râgıb ol âsâna erem dersen