Her Şey Her Yerde Aynı Anda

Pınar Keskin
5 dakika
-+=

Her şey her yerde aynı anda. Bu yeni bir filmin adı. En sevdiğim filmlerden biri olan Matrix ile kıyaslanan, ancak aynı değerde olduğunu sanmadığım hatta seyretmeye de fazla hevesli olmadığım bir film olmasına rağmen, adı ilgimi çekince biraz araştırdım. Birden çok evrende geçen, baş karakterin başka bir evrendeki kişiliğinin, farklı bir evrendeki bedenini ele geçirmesini konu edinen bir film. Sonsuz sayıda evren olduğunu, evrenler arası sıçrayışlar yapılabildiğini anlatıyor.

Bundan birkaç on yıl önce böyle bir film konusu bilim kurgu olarak bile kimsenin aklına gelmezdi belki de. Ama artık bilimkurgu bile olmayabilir diye düşünüyor insan. Filmin tam olarak ne anlattığını veya ne anlatmak istediğini, seyretmediğim için bilmiyorum. Ancak bu isim bana pek çok çağrışım yaptı. Sonsuzluğu hayal bile edemiyoruz. Belki sonsuzluğun içinde şu anda ve burada, bu kişi olarak yaşıyor olmamız, aynı anda başka bir evrende sadece bir ruh olarak var olma ihtimalimizi düşünmemizi veya idrak etmemizi engelliyor. 

Hayatın tek kesin gerçeği olan ölümden sonra bir hayat olup olmadığını tartışıyor birçok insan. Buna kimi inanıyor, kimi inanmıyor. Acaba ölümden sonra olacağını düşündüğümüz hayat ve evren aslında şu anda mevcut olabilir mi? Her şeyin, her yerde ve aynı anda var olması demek, ortada bir çokluğun olmaması, sadece Bir’lik olması anlamına geliyor sanki. Bu cümleyi düşününce zaman tek bir an, kader baştan sona yazılı ve belli, bize çok uzun hissi veren ömürlerimiz bu tek bir an’dan ibaret diye hissediyor insan. İşte o zaman kavgalar anlamsız, hatta komik, bağlı olduğumuz herşey aslında kendi yarattığımız kurgularımızdan ibaret. Teknolojik olarak bu kadar ilerlediğimizi düşündüğümüz bir dönemde, Platon’un mağara alegorisini, şu anda bu devirde de yaşıyor olabilir miyiz acaba? Aslında sadece bir hayal olan madde dünyasını gerçek sanarak kendimizi bir türlü zincirlerimizden kurtaramıyor ve bir türlü mağaralarımızdan çıkamıyoruz. Oysa mağaralarımızın dışında pırıl pırıl bir güneş ve hakikat var. 

Filmin bir sahnesinde, başroldeki anne ve kız başka bir evrende birer taş olarak sessizce sohbet ediyor ve insanların aslında ne kadar küçük olduklarını tartışıyorlar. Kendini son derece zeki sanan insanoğlu, uzun yıllar mağaradaki gölgeleri gerçek sandı, kendi dünyalarını evrenin merkezi sandı, en büyük keşifleri yaptığını düşündü. Oysa sonsuzluğu düşününce bir noktadan bile daha küçüğüz. Sonsuzluk karşısında sadece hiçlikten ibaretiz. Her şeyin her yerde ve aynı anda var olduğunu fark edebildiğimizde ise hiçlikten tekliğe, Bir’liğe ulaşabiliriz. Ancak o zaman var olabiliriz.

Bir noktadan bile daha küçüksek, zekamızla övünebilir miyiz?

Bir bez parçasının üzerinde yazan bir isim yüzünden o bez parçası diğer bez parçalarından kat kat değerli olabilir mi? Renk, ırk, farklılık kalır mı?

Farklı düşünen, farklı görünen, farklı giyinen, farklı yaşayanların hepsi aynı noktanın içinde birleşiyor sonsuzluktan bakınca. Ve oradan bakınca hiçbir farklılık kalmıyor ortada. O zaman belki tek yapmamız gereken sadece kendi minik noktacığımızı elimizden geldiğince güzelleştirerek, sonsuzluğa güzelliğimizle karışıp onda yok olmak olmalı.

Film ile ilgili Barış Özcan’ın yorumundan çok anlamlı bulduğum bir bölümü alıntı yapmak istiyorum. O da filmin adını yorumlarken, teknolojinin hepimizi birer çoklu evren gezgini haline getirdiğini, ekranları kaydırarak başkalarının hayatları arasında evren sıçramaları yaşadığımızı ve bu şekilde her şeyi her yerde ve aynı anda deneyimlediğimizi düşünerek şunları söylüyor:

“Filmde tüm evrenlerdeki tüm gerçeklikleri aynı anda görmeye başlayan kızın adı Joy. İngilizce’de neşe ve mutluluk anlamındaki bu kelimenin Çince’deki anlamı felaket demek. Her şeyi her yerde ve aynı anda deneyimlemenin iki sonucu olabilir. Ya yaptığımız şey her ne olursa olsun ondan keyif alabiliriz, neşe ve mutluluk sahibi olabiliriz. Ya da hiçbir şeye odaklanamayan, ânı yaşayamayan bireylere dönüşür, kısacık hayatlarında her şeyi gördüğünü zannettiği için egosu şişen, bilgiyi bilgelikle karıştıran insancıklar haline gelebiliriz ki bu da insanlara mutluluk değil, felaket getirir. Sahip olduklarının kıymetini bilemediği için felakete sürüklenen, uçurumdan yuvarlanıyormuş gibi hisseden insanlara dönüştürür bizi.”

Bilgiyi bilgelikle karıştırmak yorumu, insanlığın içinde bulunduğu durumu çok güzel anlatmış. Bilgiye ulaşmak her geçen gün kolaylaşırken ve bu sayede bilgimiz hızla artarken, bilgeliğin bu derece bizi terk ettiği bir dünyaya sürükleniyor olmamız oldukça düşündürücü değil mi?

Bizler aslında tüm yeni bilgilerimize rağmen, günümüz dünyasında gerçekleri unutmuş bir haldeyiz. Oysa biraz daha derin bakabilsek, biraz daha kalbimizle görmeye çalışsak, büyük ihtimalle tüm çocukların ve bilge kişilerin görebildiği güzellikleri görebilecek gözlere sahip olma şansımız var. Filmdeki baba karakteri gibi orta yolu seçen, “tek bildiğim nazik olmamız gerektiği” diyen insanlara ihtiyacı var dünyamızın. Sadece “Ben” diyen değil, “Sen” diyebilen, “Biz” diyebilen kalplere ihtiyacımız var. 

Mevlâna diyor ki:

“Olduğum gibi kim görebilir beni?

Ne rengim var benim ne nişanım

Benim de bildiğim sırlar var diyeceksin ama,

Hem o sırlarım ben, hem o sırları saklayanım

İşte sana dilsiz dudaksız konuşan biri,

Yoklukta ayaksız yürümedeyim gökteki ay gibi.

Bak bana, apaçık ortadayım da gene de gizliyim.

Sen beni gör, asıl beni”

Evrenin gerçeğini olduğu gibi görebilmeye ihtiyacımız var.

Bilgiyi bilgelikle birleştirmeye, Hiç olmaya, Bir olmaya ihtiyacımız var.

Sanal dünyalarında kaybolarak, her şeyi her yerde ve aynı anda yaşadığını sanan ama yanılgılarının felakete sürüklediği gençlere, her şeyin her yerde ve aynı anda var olduğunu idrak eden bilgeliği aktarmaya ihtiyacı var insanlığın.

Mağaranın karanlık duvarına bakıp gölgeleri gerçek varlıklar sanan gözlerimizi kapayalım, içimize bakalım, kalp gözlerimizi açarak, zincirlerimizi kıralım ve mağaranın dışındaki hakiki dünyaya adım atalım…

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam