Tüketimin davranışlarımıza bu kadar yansıdığı bir başka dönem yaşandı mı acaba? Bunu, bir mesajı yazarken bile görmek mümkün. Bir cümleyi, her defasında bir iki kelime yazarak, ardı ardına attığımız mesajlarla tamamlayabiliyoruz ancak. Her şeyimiz yarım. Cümleleri tek seferde tamamlayıp göndermeye dahi tahammülümüz yok. Tahammül diyorum çünkü tahammül kelimesi yükü taşıma, dayanma manasında. Hamal kelimesi de bu kökten geliyor ve aynı anlamda. Cümlelerimiz bile bize yük sanki.
Hemen anlaşılmak, hemen cevabımızı almak ve bir tıkla çözüme ulaşmak istiyoruz. Karşımızdaki, “Leb” dediğimizde “leblebiyi” anlasın istiyoruz. Hatta leb’i de “lb” diye yazalım çünkü aradaki e’yi yazmak hamallık. “E canım anlasın beni, zamanım mı var uzun uzun yazmaya”. Her şeyimiz eksik ve yarım. Kelimelerimizin harfleri, cümlelerimizin kelimeleri. Dolayısıyla düşüncelerimiz, duygularımız ve onları hayatımıza yansıtan davranışlarımız. Hep eksik hep yarım. Birbirimizle kurduğumuz ilişkilerimiz gibi. Hepsi birer yamalı bohça. Konuşulamayan duygular, dile gelmeyen düşünceler bizi birbirimize bağlayan yalandan yamalar artık. Eklektik hayatlar inşa ediyoruz hiç durmadan; köksüz, oradan oraya savrulan. Rüzgâr nereden eserse, mesaj nereden gelirse oraya savruluyor düşüncelerimiz ve duygularımız. Özensizlik kelimelerimizle başlıyor ve hayatımızda vücûd buluyor. Hayatın sahici değerleri kelimelerimizdeki boşluklarda kaybolup gidiyor. Hatta hayatın kendisi tüketim metâsı olmuş durumda. Tükettikçe istiyoruz. Hepimiz, yedikçe acıkan devler gibiyiz.
Bu devamlı isteme halinin insanın erken doğumu ile alakalı olduğunu düşünenlerdenim. İnsan bebeği iki sene erken doğar çünkü hayatta kalabilmemiz için ellerimizi kullanmak zorundaydık; ellerimizi kullanabilmek için ayakta durmamız gerekiyordu ve ayakta durunca da leğen kemiklerimiz birbirine yaklaştı. Bebeğin kafa çapı çok büyümeden doğurmak zorunda kaldık. Dolayısıyla insan doğduktan sonra uzun süre bakıma muhtaç. Hayvanlarda böyle değil. Beyin gelişimleri tamamlanarak dünyaya geldikleri için çok kısa bir süre içerisinde kendi işlerini kendileri görebilir hale gelirler. İnsan ise hiçbir şey yapamaz halde felçli gibi doğar.
İnsan bebeği, ana karnında sonsuz bir güç algısı ile büyür. Buna psikoloji biliminde, her şeye kâdir olma manasında omnipotansdenir. Bebeğin istekleri, ana karnında 9 ay boyunca kendiliğinden karşılanır. Her şeye hakimdir orada. Bedenlenmenin verdiği o sıkışıklığı ve engeli henüz hissedemez. Doğduktan sonra eğer şanslıysa bir süre daha devam eder bu sınırsız güç sanrısı. Gak der yemek gelir, guk der altı temizlenir. Hatta bazen demesine bile gerek kalmadan bütün ihtiyacı karşılanır. Ne zaman ki o ihtiyaçlar karşılanmaz hâle gelir ya da illâ onu elde etmek için bir çaba sarf etmesi gerekir, o zaman omnipotans kırılma başlar. Özellikle memeden ilk ayrıldığında çok şiddetli olur bu. İster fakat istediği olmaz. İstediğini elde etmek için ağlar ve çırpınır. Tam bu noktada mülkiyet duygusu gelişmeye başlar. Anne çocuğun bir parçasıyken, yani bebeğe göre anne, “ben” iken ayrışır ve anne “benim” olur. Yani anne, bebeğin mülkü hâline gelir. Bu dönemde, daha öncesinde kendiliğinden karşılanan ihtiyaçlar sadece istediğinde yerine gelir ve öznenin nesnesidir artık. Ve tekrar o sonsuz gücü elde etmek için hep istemek zorundadır.
Bebek doğduktan sonra hızla devam eden beyin gelişimine, bu mülkiyet ve muhtaçlık duygusu eşlik eder. Bebek beyninde iki yaşına kadar saniyede iki milyon yeni sinaptik bağlantı oluşur. İki yılın sonunda bebekteki sinaps sayısı yüz trilyonu aşar ve bir yetişkindeki sinaps sayısının iki katına ulaşır. Beyinde ihtiyaçtan fazla bağlantı oluşmuştur ve bu noktada nöral budama başlar. Zaman içerisinde “kullan ya da at” prensibine göre sinaptik bağlantıların neredeyse yarısı budanarak yok olur. Bizi biz yapan gelişen değil budanan bağlantılardır aslında. Kim olduğumuzu belirleyen bu süreç yirmi beş yaşına kadar devam eder. Bu mülkiyet ve muhtaçlık duygusuyla uzunca süre devam eden beyin gelişimimiz ile benlik algımız inşa olur. Buna yapay benlik ya da eksik benlik diyebiliriz.
Eksik benlik, tasavvuf anlayışında “nefs” olarak tanımlanır ve ruhun ham halidir. Nefs devamlı ister. İsteklerle beslenir ve büyür. Tuzlu su içmek gibidir bu; içtikçe susatır. Halbuki beyindeki nöral budama gibi nefs de isteklerinden kesildiği oranda ruha doğru tekâmül eder, tamamlanır. Eksik benliğimizin -yani nefsimizin- kemâle erişi, onun isteklerine cevap vermeyişimiz oranındadır. Bu oranda ruhumuzun tecelli ettiği “şahsiyetimiz” aşikâr olur. Hiçbir şey istemediğimiz bir dünya mümkün mü sizce? Tasavvuf düşüncesine göre bu dünya “mülk” âlemidir. Nefsimiz yani eksik benliğimiz hep “mâlik” olmak ve mülk edindikleriyle tamamlanmak ister.
Peki mâliki olduğumuz şeyin sahibi olmamız mümkün mü? “Ne demek şimdi bu?” dediğinizi duyar gibiyim.
Mâlik kavramı, mülk edinme manasında. Sahiplik kavramı ise sahabeden gelir ve yoldaş, arkadaş manasındadır. O halde “Benim” dediğimiz her şey aslında bize sadece bir süre yoldaşlık ediyor. Bazen kısa bir süre bazen ömür boyu; ama hiç bizim olmadan, mülkümüz olmaksızın. Çünkü o bizden gitmese bile biz ondan gideceğiz bir gün. Dolayısıyla bu benim mülküm diye tutturduğumuz hiçbir şeyin sahibi olamadığımız gibi, ona tutundukça tutsak ediyoruz kendimizi. Mâlik kelimesinin tasavvuftaki “cehennemi idare etmekle görevli melek” manası zuhur ediyor işte o zaman. Benim olsun dediğimiz, benim diye tutturduğumuz, onsuz olamam dediğimiz her şey cehennemimize hapsediyor bizi.
Varlığımızı hep bir bitişe mahkûm olan üzerinden inşa etmeye çalışarak beyhude bir çaba ile geçiyor ömrümüz. İhtiyacın bittiği yerden zuhûr eden, isteklerin yokluğundan doğan “hakiki varlığın” sesini hiç duyamadan haykırıyoruz bir ömür : “İstiyorum! O hâlde varım”.
7 Yorum
harika! :)
gerçekten müthiş 💙
🤘🏻
Okuması keyifli farkındalığı yüksek. Ne mutlu yazarımıza, teşekkürler 🙏🌸
Kaleminize,yüreğinize sağlık❤
Güzel ve doyurucu bir yazı okudum. Emeğinize sağlık.
ne kadar güzelllll :))))