Tanıyanların bileceği, tanımayanlarınsa tahmin edebileceği üzere Oruç Aruoba sessiz bir insandı. Sessizliği bir kaçış alanı olarak değil, hayatı ve kendini yeniden tanı(mla)yış olarak görenlerin hüneridir üretmek. Eğer sadece eylemi, hareket halinde olmayı bir meziyet zannedersek yanılırız. Oradan oraya atlayan, geçen, sürüklenen bedendir. Zihin burada bedene eşlik eder ve giderek buharlaşır. Üretmek; yazıyla, resimle, düşünmeyle, renklerle, seslerle -giderek kan ter gözyaşı üçlüsüyle- değer kazanan bir şeydir. Burada kişinin yaptığı işin üzerine çıkmaması, adını işinin üzerine çıkarmaması, yapılan işin hayrına ve güzelliğine inanarak bir köşede durması büyük hamledir. Stay underground.
31 Mayıs 2020 tarihinde dünyaya veda etmişti Oruç Aruoba. Sessizce ve sakince. Dünyaya veda edişi,
dünyada pek bilinmeyen bedeniyle ve cismiyle oldu. Ruhu; okurlarla, yazanlarla, düşünmeyi hayatında önemli bir yere koyanlarla hemdem olmayı sürdürüyor. Mesela Yürüme, her okunuşunda başka yürüme yolları açabilecek kıymette bir kitap. Ancak bir yol açılmışsa, açılabiliyorsa yürümemiz değer kazanır çünkü. Ve her yola çıkışımız, daha önce açılmış bir yoldan başlar. Sonra gizli, sırlı, belki de sıradan patikalar keşfedip, yolu genişletir, derinleştiririz. Hiçbir yere varmayan yolları keşfetmek bile bir hikâyedir. Başkalarıyla paylaşabiliriz, onlara “hikâyenin sonu acı ama böyle bir hikâyeyi yaşamış olmak muhteşemdi” diyebiliriz.
Bu yazıda Oruç Aruoba’dan ve Yürüme’den bahsetmeyeceğim. Yazarın sessiz ömrüne ve kitabın anlamlı yapısına saygı duymayı yeğliyorum. Sadece bir cümle seçip, o cümleyle beraber düşünmeye niyetim var. Her niyet bir ihtiyaçtır. İstiyorum ki cümlelerin içimde açtığı balkona beraber çıkalım, etrafa bir bakalım, üşürsek pencere kenarına dönelim. Korkanlar evi istedikleri zaman terk edebilirler, yollarımızı ayırmamızda bir beis yok. Zaten buraya gelirken hiçbirimiz aynı yollardan geçmedik, belki benzer yollardan geçtik. Aynı ve benzer, çok farklı.
“Kişinin ertelediği, aslında, hep, kendisidir.”
Henüz sabah saatlerinde, o gün ne yapacağımızı değil bir sonraki gün ne(ler) yapacağımızı düşünmeye başlıyoruz. Bir gün, bize o günü değil, ondan sonraki günü getiriyor. Bunu düşününce insanı “yaşam hamalı” olarak görmek mümkün. Bir gemi yanaşıyor limana, biz halatı bağlıyoruz, gemi gideceği zaman çözüyoruz. Gemi gidiyor, sonra bir yenisi geliyor, sonra bir yenisi. Yaptığımız sadece halatı bağlamak. Gemide neler oluyor, kimler gelip geçiyor, ne hikâyeler yaşanıyor bizi yeterince ilgilendirmiyor. Acaba burada gemi konfor alanımız mı? Ona zeval gelmesin, biz yorulsak da olur, hatta hiç düşünmesek de, öylesine bir ömür tüketişi benimseyip sadece süzülsek, bu süzülmenin bazı noktalarında darmadağınık patlamalar yaşasak ve öyle devam etsek? Bencilce, şımarıkça ya da ciddiyetle; kendimizi düşünmediğimiz her an kendimizi erteliyoruz işte. Erteleme imkanının kalmayacağı o günü bile bile.
“Kişi, kendi dibine hiç ulaşamayandır.”
Gün olur kendimize doğru bir hamle yapmak isteriz. Şimdiye kadar yapmadığımız -ertelediğimiz- bir hayali gerçeğe dönüştürmek, manevi doyumu daha yüksek bir hikâyeyi yazıya geçirmek, uzun zamandır rafta bekleyen o koca kitabı okumak, aklımızdan çıksa da kalbimizde yeri daim olan bir arkadaşımızla oturup dertleşmek. Hepsi, günün sonunda, kendi dibimizi görmek, kendi boyumuzun ölçüsü almak için imkân aslında. Kendime dair, kendimle ilgili neyi ne kadar önemsiyorum? Burada başarı ya da başarısızlık bir ölçü değil asla. Zira atılmamış her adım, hükmen mağlubiyettir. Sınırlarımızı yeterince bilmemiz için boğulacak kadar derinlere dalmamız gerekiyor. Nefesin kıymetini anlamak için önce yüreğin kıymetini kavramak gerek. Bir taş kadar ağırdır atmayan kalp. Taşınır, yaşanmaz.
“Yeni yer yoktur.”
Eve döndüğümüzde arabamızı hep aynı yere park etmeyi isteriz. Önce oraya bakarız, sadece oraya. Üstelik büyük bir endişeyle. Hemen yanındaki, arkasındaki, çaprazındaki boşluk umurumuzda bile olmaz. Önce bildiğim yer, önce bilindiğim yer. Evin anahtarı neredeydi? Çantanın şurasında. Başka bir yerinde olması mümkün değil. Çok düzenliyim, sıra dışı bir disipline sahibim. Neyi arıyorsam, aradığım yerde bulurum. Bu bir övünç meselesi mi olmalı yoksa aykırılığa, farklılığa, özgünlüğe açılacak tüm yolları kapatmış bir iç âlemin senedi mi? Senedimizin içinde makul miktarda kaygı ve endişe olması elzem. Çarpıntısız dakikası olur mu devrimcinin? Hazıra konmak, sürekli hazır hâlde yaşamak, her şeyin hazır olması. İnsan bazen hazırlıksız yakalanmaya da muhtaçtır. “Ben hiç böyle değildim” demeye, “meğerse ben…” diyerek cümleler kurmaya. Bu kendimizi yeniden, daha önce hiç yapmadığımız bir tanıyış biçimi olabilir. Yeni bir yer yoktur, yeni bir “sen” olana kadar. Ya da şöyle diyelim: Yeni bir yer yoktur, sendeki seni bulup çıkarana kadar. Böylece her gün döndüğün yer, sadece döndüğün yerdir.
“Kişi, kendi yaşam biçiminin de tutsağı olabilir – olur da!”
İstifa edemediğimiz iş, değiştiremediğimiz ev, tanıyamadığımız bir başkası, vazgeçemediğimiz yemek, itiraz edemediğimiz hadiseler; giderek yaşamımızın çerçevesini çizer. Ne yapmamız gerektiğini, nasıl olması gerektiğini, soruları ve cevapları hep bu çerçevenin içinde ararız. Çerçevenin dışından çok korkarız. Sorgulamaya başladığımız an kaygan bir zemine adım atmış hissederiz. İlk defa paten kullanan bir çocuğu düşünelim. İlk adımını attıktan sonra hemen arkasına bakar; annem, babam, arkadaşım orada mı diye. Düşeceğine iman etmiş gibidir. Bu tutsaklık aklıma bunu getiriyor. İlk defa bisiklete binip bir tur pedal çevirebilenler, eline aldığı enstrümanı tıngırdatmak için kimseden çekinmeyenler, kitabın ortasından sohbet etmeyi becerebilenler, yani “aykırı” ya da “tuhaf” bulunanlar yazıyorlar hikâyeleri. Sonra bu hikâyelere bakıp vay be diyoruz, insanlar neler yapıyor, yapabiliyor. Dışımıza özene bezene kurduğumuz çerçeveyi içerilerde bir yerlerde kurmaya hiç niyetimiz yok. Çünkü biliyoruz ki iç âleme herhangi bir çerçeve girmez, sığmaz.
“Asıl önemli olan, içten yaşadıklarımızdır.”
İçten yaşanmış bir şeyin nasıl olsa dışarıya, hem de patlarcasına çıkacağını biliyoruz. O şeyi önce içeride besleyip büyütmemizin sebebi, anlamını derinleştirmek. Sonra, yani dışarıya çıktığında, aynı anlamı korumasını istiyoruz. Okunmuş ve içeride doyasıya hissedilmiş kitabın, dışarıya bir anlatım ya da yazı olarak dönüşmesi gibi. Maddeyle ilişkimiz de bazen böyle değil mi? Zevkle aldığımız o tişört, o çanta, o şapka, “ne kadar yakışmış sana?” denmesi için olmuyor mu çoğu zaman? Ama bir de şu aykırılık var: kimsenin dikkatini çekmeyen bir saat, göstermek istemediğimiz bir kolye, ucu yıpransa da giymeye bayıldığımız o ayakkabı, acayip haz verir. Sadece haz da değil, kendi kendimize bulduğumuz bir anlam, patika, ünsiyet. Bir hikâyemiz vardır çünkü içeride yaşanmış, anlatmak istemeyiz. Tüm bunlar bir yana; giderek dışarıya doğru, dışarıya bağlı insanlar olarak yaşıyoruz artık. Kimseden sakladığımız bir hikâyemiz yok, anlatmaya çekindiğimiz hayallerimiz azalıyor, yaşam göz göre göre akıp gidiyor. İşte biz o gün, tükeneceğiz.
“Yola çıkan kişi (…) yolu yürüyendir.”
Hayatta kendisine ihanet etmeyen insanlar, sürekli bir yer, yön, yol ararlar. Bunu daimî bir huzursuzluk hâli olarak düşünmeyelim çünkü öyle yaşanmaz. Bu, kimi zaman anlam arayışının kimi zaman da hayata, çevreye, aslında önce kendine bir katkı sunmanın planıdır. Giderek bir yaşam planı hâline gelir. Bu arayış ve hatta bulamayış, insana bir zevk vermeye başlar. Zamanla neyi nerede arayacağını bilir, neyi nerede kaybedeceğini de. İşin en ilginci ve belki de en büyüleyici tarafı; hikâyenin sonu ne olursa olsun hikâye kurmaya aşinadır böyleleri. Aşinalıktan muhabbet doğar. Yaşamla, insanla, toprakla. Yolcunun sırrı daima merak etmesidir. Merak eder, arar, bulamaz. Merak eder, arar, bulur. Hep aramayı, bazen bulamamayı, “bilinen yollar”dan gitmeye tercih eder. Çünkü yol gitmek; başkalarının izini sürmekten farksızdır. Bir saçak aramak, sığınmaktır. Yol yürümek, yol açmaya niyetli olanların işidir. Kendi(nde) bulduğu anlamı başkalarında da yaşatmak için. Sahiden yaşamak için. Yaşamak umurumuzdadır.
Kendini Hep Yeniden Aramaya Övgü
-+=
2,3K
önceki yazı
4 Yorum
Nefis!
Yaşamak umurunda olan sessiz yürüyüşçülere selam olsun. Yüreğinize sağlık.
Harika!
“Aykırı” ya da “tuhaf” bulunduğunu hiç önemsemeden hikaye yazabilenlerden olmayı diliyorum . 🙏🏻 Hem üslubuyla hem de içeriğiyle ihya eden bir yazı…