Bazı sıfatlar ne güzel… Üstelik de bir sıfat, derûnunda ve dahî lâfzında rahmet taşıyorsa…
Merhamet…
Arapça “rhm” kökünden türemiş: Bir annenin rahminde vücuda gelen can gibi; o canı kuşatan, kollayan, şefkatle muamele etmeye adanan annenin yavrusuna merhametle nazar etmesi gibi… Rahmet diyor İsfahânî, “rahmet edilene iyilik yapmayı gerektiren bir hassasiyettir/duyarlılıktır.” Böylece merhamet, merhametin sahibinden insana bahşedilen Tanrısal bir ihsân olmakla, aynı zamanda insana da bir emanet oluyor. Böylece rahmet, insandan insana, hayvana, tabiata, mekâna ve zamana yöneldiğinde bir rikkat, iç duyuş, bir şefkat hâli alıyor ki, biz bunun yaraları iyileştiren merhem misâli merhamet olduğunu anlıyoruz.
Merhamet…
İngilizcede “compassion”, Latincede ise “compati”ye yakınsayan bu sözcüğün kökü ise “pati”, yani acı çekmek… Dillerin birbirine nazikçe dokunuşuna, sözcüklerin kendilerini anlatışına bir örnek… Kelime “com” ön ekini üstlendiğinde birlikte acı çekmek anlamına tekâmül ediyor; öyle ki bir yerlerde bir can, bir başka canın hâli ile hemhâl oluyor, canın kendine mahkûm egosu, kendi sesini duyuştan, kendini aşan “biz” hâlinde bir duyuşa yöneliyor.
Merhamet…
Oysa merhameti, “merhamet”ten başka hiçbir sözcük bütünüyle anlatamıyor. Sözgelimi Batı psikolojisinde compassion-focused therapy olarak ifade edilen kavram, Türkçeye çoğunlukla şefkat-odaklı terapi olarak tercüme ediliyor. Şefkat, merhametin lâtif bir yüzü ise de, merhamet, sadece yatay eksende tezâhür etmekten ziyâde aşkın olanla irtibat hâlinde; kuşatan, muhafaza eden, kollayan, olgunlaşmış bir şefkate işaret ediyor. Şefkat, şefkatin yöneldiği varlıkla, müşfik öznenin uzamsal ve zamansal yakınlığını ihtivâ eder bir hâl çağrıştırıyor. Oysa merhamet, yöneldiği varlığın fiziksel yakınlığından bağımsız, lineer zaman algımızın “şimdi” dediğimiz kesitini aşan, Muhammed İkbal’in silsilesiz bir değişimi ifade eden saf süreklilik olarak tanımladığı türden vakti kucaklayan bir hâl olarak katmerleniyor.
Literatürde merhametle akraba başka kavramlar üzerinde de duruluyor: Sempati, empati ve duygusal bulaşma (emotional contagion)… Empatiyle ilgili olarak maymunlar üzerinde yaptıkları çalışmalarda; Rizzolatti ve arkadaşları son yıllarda adını sıklıkla duyduğumuz ayna nöronların varlığından söz ediyorlar: Maymunların, hem bir eylemi gerçekleştirdikleri, hem de bir başka maymunu veya araştırmacıyı aynı eylemi yaparken gözlemledikleri zaman, premotor kortekslerinin F5 bölgesindeki nöronların ateşlendiğini ortaya koyuyorlar. Daha sonra insanlarla yapılan çalışmalarda da ayna nöronlar için benzer sonuçlara ulaşılıyor: Örneğin bir çalışmada, beynin fiziksel acıyı işleyen alanlarından oluşan ve ağrı matrisi adı verilen bölgenin, hem katılımcılar kendileri doğrudan acıyı deneyimlediklerinde, hem de eşlerinin ağrıyı deneyimlediklerine şahit olduklarında harekete geçtiği görüntüleniyor.
Sempati ise merhametten veya empatiden farklı olarak, kişinin, muhatabının acısını, hüznünü aynı duygusal yoğunlukta hissetmese bile bilişsel düzeyde onu anlamasını ifade ediyor. Arkadaşımın kedisi yaralandığında onunla aynı acıyı hissetmeyebilirim, ancak arkadaşımın acısını anlar ve acısını hafifletmek için ona sempatiyle yaklaşırım. Bir de duygusal bulaşmadan söz ediliyor ki, yapılan bir çalışmada, aynı odada bulunan bebeklerden birisi ağlamaya başladığında diğerlerinin de hep bir ağızdan ağlamaya başladığı gözlemleniyor. Bu bağlamda merhamet, çoğunlukla otomatik sinirsel bir yanıt olarak ortaya çıkan empatiden; sempati duyanla sempati duyulan arasında sezilen özne-nesne ayrımıyla şekillenen edilgen nitelikli sempatiden veya kendi-diğeri ayrımının silindiği bir çeşit duygusal bulaşmadan âzâde ve fakat bu kavramlara da kol kanat gererek onları güzelleştiren bir hâl olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla kişinin eşlik ettiği duyguları kendisine mâl etmeden, acıma ve şefkatle karışık hislerini kendi kendisini tatmin meselesi haline getirmeden, ben ile öteki arasındaki sağlıklı ayrımı muhafaza ederken muhatabının acısını gidermeye yönelik aktif bir eylem çabasını da anlatıyor.
Peki merhamet doğuştan mı geliyor?
Berkeley Üniversitesinden Dacher Keltner bu soruya cevap ararken merhamet içgüdüsü kavramını ileri sürüyor; merhametin hayatta kalmamızı temin eden doğal ve otomatik bir tepki olduğunu söylüyor. Evrim temelli bu düşünceye göre merhamet, savunmasız yavruların esenliğinin artırılmasını, akraba olmayanlarla işbirliği yapılmasını mümkün kılan ve eş seçme sürecinde arzu edilen bir nitelik olarak müstakil bir duygusal durum veya haslet olarak tanımlanıyor. İnsanın Türeyişi’nde Darwin, diğer tüm içgüdü veya motiflerden çok daha güçlü olan sosyal ve anaç dürtülere vurgu yaparken, anlayışlı, sempatik üyeleri en fazla olan toplulukların en iyi şekilde gelişeceğini ve çoğalacağını savunuyor. Bu noktalara değinen Emma Sappala, en uyumlu olanın hayatta kalması (survival of the fittest) olarak bilinen yaygın görüşün ötesine geçerek Darwin’in çalışmasını tanımlayan ve daha az bilinen bir gerçeğe vurgu yapıyor: En müşfik olanın hayatta kalması.
Nereden nereye… Yaratanın merhametle “ol” dediği yerden başlayan yaratılış, kadim ve kaim merhamet sayesinde tüm canlılığın varoluş silsilesine sirayet ediyor. En başında da söylediğimiz gibi, merhameti merhametten başka hiçbir sözcük karşılamıyor, benzeştiği kavramlar onun ancak bir veçhesine dokunabiliyor; merhamete nispetle eksik, mekanik ve gönlümüzde çağlayan o çavlanı anlatmakta yetersiz kalıyor. Zira merhamet bu kavramları kuşatan, ancak bunların toplamından da münezzeh, bütün duyguların ve duyuşların kendisine yöneldiği bir gaye, bir oluş hâlinde tecelli ediyor.
Sayısız deney, sayısız çalışmayla didik didik edilse de, merhametin kaynağına dönmedikçe gözler; göz olmadıkça gönül ve gönül gözüyle görmedikçe insan, merhameti anladığını sanıyor. Oysa basîretle temâşâ edildiğinde, rahmetin olmadığı yerde hayatın da olmadığı gün gibi haykırıyor: Rahmet dediğimiz yağmurla can buluyor kuru toprak, tohumlar patlıyor yerin altında, tıpkı patladığı gibi o ezelî ilk noktanın ve merhalelerle oluşturduğu gibi kâinatı, “fevkinde ve tahtında hava olmayan amâ”da bulunan rahmet sahibinin merhametiyle…Onunla filizleniyor, yeşile çalıyor bir zamanların kuru, cansız bir tohum tanesi; onunla yarıyor toprağı cılız gövdesiyle filiz ve sessizce başını uzatıyor güneşin şavkı vurdukça tatlı tatlı yüzüne, çiçeğe duruyor. Çiçekleniyor bütün dalları sararmışken bir saksıda unutulmuş sardunyanın kökünden baş veren o yeşil tomurcuk, tomurcuk tam da bittiğini sandığın yerden merhametle umut oluyor.
Merhametle diriliyor ölgün kalpler: Bir çocuğun başını okşamak gibi… Bastonuna yaslanmış topallayarak yürüyen ihtiyar amcanın elindeki torbaları gideceği yere kadar taşımak gibi… Yolda yürürken, cüssesine nispetle devler dünyasında yolunu şaşırmış garip bir salyangoza rast gelip, onu nazikçe bir bahçenin serinliğine bırakmak gibi… Hiç tanımadığı ve aslında ezelden hatırladığı bir insan kardeşinin avuç açarak uzattığı eli kendince boş çevirmemek gibi…
Kendi içine katlanmış, bir hayalle oyalanır gibi kendisiyle meşgul ve her dem şikâyet içindeki benliğin o en süflî hâli merhametle âdeta lâtif bir hâle bürünüyor. Kendine bir pâye çıkarır gibi değil de, bir diğerinin duygusuna samimiyetle iştirâk ettikçe insan, şâhit olduğu kedere var gücüyle derman olmaya çalıştıkça, kendisini bir an için de olsa bir kenara bırakıp muhatabında eridikçe başkalaşıyor. O merhamet sâyesinde ki, karşısındakini iyi ederken, âdeta benliğinden taşan o saydam enerji kendisi de dâhil etrafındaki her şeye sirâyet ediyor; herkesi ve her şeyi sağaltıyor.
Kalpten kalbe akan duyguların en güzeli merhamet; merhametle muamele eden bir canlının etrafında biriken dost kalabalıkların sebebi bu…
Yaratıcı kudretin ayakları altına cenneti serdiği anneliğin rahimle, rahmin rahmetle ilişkisi merhametin diyalektik yapısını anıştırıyor: Rahimde canlanan insanlık tohumunun gizlendiği vücudun tekliği ile tek vücutta yaşayan ikilik arasında ebediyen sürecek yaratıcı gerilim, insanın varoluşuna dair ilham verici ipuçları sunuyor. Ve bütün ilhamlar, merhametin başat olduğu renkler, sesler ve sözler diyarından dünyaya aksediyor; bildiğimiz ama göremediğimiz olasılıklar âleminden şimdiki zamana açılan bir perdeden içeri sızıyor âdeta rahmet ışıkları; böylece aydınlanıyor başı avuçları arasında yazmayı bekleyen yazarın zihniyle gönlü ve düşünceler mürekkep olup kâğıda damlıyor kaleminin ucundan, kelâm kendisini yazıyor.
Ve merhamet…
Tanrı’nın kendisine ilke edindiği, zorunlu kıldığı yegâne sıfat, kendini kendinden sorumlu tuttuğu, tüm yaratılışın yüreğine su serper gibi ilham ettiği biricik umut, sözünden dönmeyecek olanın verdiği ezelî ve ebedî söz. Merhamet…