Arabayla ağır ağır ilerliyordum sahilden. Sıcak havanın etkisi azalsın diye bir ağaç gölgesine park ettim. Camları açtım. Biraz soluklanmak istedim yeşile bakarak. Park gelişi güzel atılmış çöplerle doluydu. Sanki temiz bırakmak mümkün değilmiş gibi, temizlemeyen görevlilere kızdım içimden.
Gözüm çöp konteynırının yanında duran bir poşete takıldı. İçinde bir şey var gibi hareketsiz duruyordu olduğu yerde. Halbuki boştu. Hem boş hem hareketsiz. Nasıl oluyor da bu esintiyle uçmuyordu. Sanki takati yok gibi geldi. Yorgundu poşet.
Bir an insanmış gibi göründü gözüme. Omuzları çökük, kafası omuzlarının arasından göğsüne doğru düşmüş bir insan. Kadın ya da erkek ayırt edilmiyordu. Sanki biraz tıknaz, göbekli. Yorgundu ama besbelli.
Aslında çok işe yaradığı zamanlar da olmuş ama birazcık delindi diye çöpün yanına bırakıvermişler. Ufacık bir kusuru var diye uzaklaştırılmış arkadaş gibi… Ya da ne bileyim, onca iş gördükten sonra ilk hatasında işine son verilmiş çalışan gibi… Yenisi gelince yüzüne bakılmayan emektar ayakkabı gibi…
Bir anda dile geldi poşet.
Eskisi kadar iş görmüyorsun demişler. Atmışlar. Nedenini sormamışlar. Nasıl yorulmuş, nasıl yıpratmış onu yaşadıkları soran olmamış. Ne olmuş da eskisi gibi iş görmez olmuş merak etmemişler.
“Halbuki içim biraz dolu olunca ne rüzgarlar eserdi de uçmazdım. Anca efil efil esen saçlar gibi, tutma yerlerim uçuşurdu olduğu yerde. Ama gövdem sapasağlam, ayaklarım zeminde. Özgüvenim yüksekti. Afiliydim. Gıcır gıcırdım ilk günlerimde.
Ne vardı sanki evdeki çocuğa oyun arkadaşı olacak.
Beni kafasına geçirip koşmasına, içime su doldurup arkadaşlarını ıslatmasına izin vermeseydim keşke. Bir poşet aradığında büzüştürüp gerilere saklasaydım kendimi alt çekmecede. Heyecanlanmıştım çocuğu görünce. Oyun oynamamıştım hiç önceden. Eğlenirim diye düşünmüştüm içimden. Öyle de olmuştu. Yaklaşık bir hafta şahane vakit geçirmiştik çocukla. Ta ki deniz kenarına gittiğimiz o sabaha kadar. Çocuk elindeki plastik küreği kovayı içime sokmuştu hızla. Kumda oynanan tırmıklar vardır hani. İşte onun dişlerinden biri geçti içimden. Delindi sol yanım.
Sıktım kendimi delik büyümesin, oyun arkadaşım yere düşen oyuncaklarla yarı yolda kalmasın diye. Gideceğimiz plaja kadar dayandım. Biliyordum poşetlerin ortalama kullanım ömrünü ama bu kadar erken sona geleceğimi düşünmemiştim. Delinince bitmişti işim.
Keşke evdeki kedi oynasın diye top yapsalardı beni. Bayılıyordu evin kedisi hem hışırtıma hem hafifliğime. Şöyle bir ellerinde kıvırıp düğüm atarak pekâlâ bir oyuncağa çevirebilirlerdi beni.”
İşi biten herkes unutulur muydu bu kadar çabuk?
Üzgündü. Kendi kendine çözümler üretiyordu ama işe yaramayacağını biliyordu. Eşyanın ruhunu duymuyordu ki insanlar. Yalnız ve yalnız kendi konforları için yaşıyorlardı. Devam etti kaldığı yerden:
“Ne çok işinize yarıyoruz ama ne çabuk vazgeçiyorsunuz bizden.
Doğayı kirletiyoruz diye hep bize kızıyorsunuz.
Onca iş görüyoruz, eliniz hep üzerimizde. Ama işiniz bitince geri dönüşüme atmak aklınıza gelmiyor. Kullanmayı bilmiyorsunuz. İsraf ediyorsunuz. Ortalığa bırakıyorsunuz. Sonra da çevre kirliliğinin bütün yükünü üzerimize atıyorsunuz.
Biz ister miyiz bir balığın midesini tıkamak, bir kuşun gagasına takılmak? Biz ister miyiz beş yüz yıl, bin yıl yeryüzündeki felaketlere tanık olmak?
Geri dönüşüme girmek isterdim bir konteynır yanına atılmak yerine. Aslında bize kalsa olmasak da olur. Ama madem varız o zaman insan onu kullanmayı da değerlendirmeyi de ileri ya da geri dönüştürmeyi de bilecek diye bitirdi sözlerini.
Sorun poşette değildi. Sorun onu hem tüketen hem heba eden insandaydı.
Altı delinen poşeti konteynır yanına gelişi güzel atmakla olmayacaktı.
Kendini ekosistemin hükümdarı zannederek olmayacaktı.
Kendi dışındaki her şeyi suçlayarak olmayacaktı.
Sorumluluğunu aldığı kadar, doğanın sesini, eşyanın ruhunu dinlediği kadar insanlaşacaktı.
Arabadan indim, poşeti özenle aldım. Plastik dönüşüm kutusuna atmak üzere, arabanın bagajına koydum.
Kim bilir belki arabada konuşmaya devam ederdi, ben de dinlemeye.