Çoğumuzun çocukluğundan bildiği ve sevdiği ‘Heidi’ karakterinin memleketi olan Bavyera eyaleti – her ne kadar yıllardır bağımsız bir Cumhuriyet olma hayali kursa da – Almanya’nın en büyük ve en zengin eyaleti olma unvanına sahip.
Bayern Münih Futbol takımından, BMW ve Audi gibi otomobil devlerinden, dünya çapında ün yapmış bira festivali olarak bilinen ‘Oktoberfest’den tutun, tarihi eski şehirleri, kaleleri, coğrafyası, gölleri, kültürü, yemeği ve birçok sayamayacağım güzellikleri ile görülmeye değer bir rotadır.
Başta Münih olmak üzere 51 şehre ev sahipliği yapan Bavyera eyaletinin en kıymetli alanlarından Alp dağları, Almanya’nın en yüksek 30 dağını kendi bünyesinde barındırır. Bunların başını 2926 metre rakımı ile ‘Zugspitze’ çeker. Tahmin edebileceğiniz üzere kışın kayak sporu haricinde bu eyalette en çok tercih edilen spor dallarının başında da Almanca ‘Wandern’ İngilizce’de bizim de kullandığımız ‘Trekking’ olarak adlandırılan doğa yürüyüşü gelir ve verilere göre 40 bin kilometre üzerinde yol imkânı sunar.
Bavyera, toplam 16 eyalet arasında en dindarı olarak bilinir. Her dağın zirvesinde, hatta her yerde asılı haçlar ziyaret edenlerin dikkatinden kaçmaz. 2018 yılında merkezi Bavyera olan Almanya Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) partisinin Bavyera’da ki tüm devlet dairelerine, makamlara ve hatta okullara haç asılmasına dair girişimleri oy çokluğu ile mahkemeden kıl payı dönmüş fakat ilginç bir şekilde çok da tepki almayan bir girişime imza atmıştır.
Doğa yürüyüşlerinin ruh ile bedeni dengeye getirip, muhabbete nail eden bir tınısı vardır bence. Sanırım bununla ilgili ilk aydınlanmayı 25 yaşlarında yaşamıştım. Sıkça doğa yürüyüşüne çıktığımız arkadaşım ile yine bir dağa çıkmak üzere yola koyulmuştuk ki, rotamızın üzerinde, hatırladığım kadarıyla; ‘Wer nicht grüsst, soll nicht auf den Berg’ yani ‘Selâm vermeyen, dağa çıkmasın’ yazılı levhayı ilk defa fark etmiştim.
Sonra Bavyera’nın en bilindik selam verme deyiminin ‘Grüss Gott’ – ‘Allah’ı selâmla’ olduğunu idrak ettim. Hatta bu kelime yürüyüş rotalarının üzerinde bulunan ve soluklanmak için hizmet sunan tüm müesseselerin girişinde de yazardı: ‘Grüss Gott’. Hemen hemen her gün ve her yerde havada uçuşur bu selamlaşma. Grüss Gott – Allah’a selâm ver..
Nasıl yani? Ne demek Allah’a selâm ver? Niye Allah’a selâm diye düşünmeye koyulmuştum.
Bu selâmlaşma her ne kadar gençler arasında Bavyera şivesi ile karma olarak ‘Grias di God’a evirilmiş ve bazılarında ‘servus’ olarak kendine yer edinmiş olsa da, nihayetinde yine aynı kapıya, Allah’ı ve birbirini selâmlamaya çıkıyordu.
Neden insanlarla geçişirken birbirimize selâm vermek zorundaydık? Üstelik de hiç tanımadığımız insanlarla. Ve neden her yerde Allah’a selâm ver telkininde bulunuluyordu? Bu selâmlaşmanın dindarlıktan öte başka bir anlamı olmalıydı. Cevabımı bulma ümidi ile Alman arkadaşıma dönmüş ve biz neden doğa yürüyüşlerinde herkesle selâmlaşıyoruz diye sormuş olsam da, “Bilmiyorum, gelenek böyle” cevabını almıştım.
Hayatımızda rutin ve olağan olarak kullandığımız kelimelerin anlamlarını nasıl da idrak edemiyoruz öyle değil mi? Nasıl da farkında değiliz bazı şeylerin…
Dağlarda selâmlaşmak ile ilgili Hitler’e kadar dayanan bir takım şehir efsaneleri mevcut olsa da mevzu şu ki; 19. yüzyılın sonlarına doğru, doğa yürüyüşlerinin henüz yeni yeni spor dalı olarak yerini aldığı dönemde, kulüpler kuruluyor. Kulüp sayıları ve üyeleri artıkça da herkesin birbirini tanıması ve bilmesi güçleşiyor. Bunun üzerine bazı kulüpler kendi aralarında özel bir selamlaşma yöntemi / deyimi türetiyor ki olası durumlarda bu selamlaşma ile üyeler birbirlerini tanısın, aynı kulübe üye olduklarını ve birbirlerine yabancı olmadıklarını bilsin, bir araya gelsin, tanış olsun ve gerektiğinde birbirlerine yardımda bulunsun. Bu uygulama zamanla kulüpler arası olmaktan taşıyor ve nihayetinde tüm doğa yürüyüşü yapılan dağlara bir gelenek olarak yerleşiyor. Herkes herkese selam veriyor, kimse kimseyi yabancılaştırmıyor, herkes birbirine tebessüm ediyor, gerektiğinde yardımcı oluyor, ve elbette sohbet fırsatı sunuyor, muhabbet filizleniyor. En nihayetinde insanlar arasında sevgi ve saygı aşılı iletişim ağı kuruluyor.
Demek ki bir selâm vermek insanları yakınlaştırıyor. Ve yine bir selâm vermek yardımlaşmayı tetikliyor ve herkesi kendinden bir parça olarak görmeye sebep oluyor. Böylelikle aynı toprağı paylaşarak barış içinde yaşamak daha da mümkün hâle geliyor. E malum, insanoğlu yabancı görmediği kişiye karşı daima daha samimi ve daha iyi niyetli yaklaşımda bulunur.
İşte nereden nereye dedirten normal gördüğümüz, kâh uygulayıp kâh aman boş ver dediğimiz, fakat çoğunlukla üzerinde hiç tefekkür etmediğimiz işlerin çok anlamlı iç yüzü…
Selâmlaşmak, yabancıyı aşina, düşmanı dost kılar. Derdi derman, komşuyu kardeş kılar. Tartışmayı boş, İstanbul trafiğini bile hoş kılar. Vallahi! Deneyin göreceksiniz, öyle bir mucize işte.
İnsanların barış içerisinde yaşayabilmesinin iksiri ‘Selâm’da gizli sanki. Selâmın ehemmiyeti ise Peygamber Efendimiz’den aktarılan şu hadiste. “Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız.” (Müslim, İmân 93.)
Peki Allah bunun neresinde veya niyesinde soracak olursanız, sanırım bunun da cevabı sadece Bavyera’nın değil tüm büyük dinlerin ortak kabul buyurdukları şu noktadır ki; Selâmı alan O, veren O, yaratıcı O, yapan O, yaptıran O, hakikat O, muhabbet O, sevgi O, Aşk O, her şey ve herkes sadece O…
Peki o zaman, sana da selâm ey güzel…
3 Yorum
Size de selâm. Teşekkür ederiz bu güzel yazı için. Dağcıların böyle bir selamlaşma mayasindan beslendiklerini bilmiyorum, çok sevdim. Kaleminize sağlık
Tüm mesele en kestirme (!) yoldan O’na nasıl ulaşacağımız!
Bilmiyordum , teşekkür ederim, kaleminize yüreğinize sağlık, sevgiyle