Bir anlatma ve dinleme garabetimiz var. Tek dert sahibi kendimizmiş gibi anlatıyoruz yahut “asıl bende ne hikayeler var” demek için dinliyoruz. Sonra yalnız başına bir şeyler yapabilmenin faydalarından bahsediyoruz. “Yalnız kaldım, buna ben sebep oldum” diyemediğimizden belki de. Batıda, üniversiteler nezdinde uzun yıllara yayılan anketler ve araştırmalar yapılıyor. Bunların neticesinde insanların giderek yalnızlaştığı, süreç boyunca önemli psikolojik rahatsızlıklar yaşadığı ortaya çıkıyor ve şu karara varılıyor: Yalnızlık, öldürür.
İnsanı yalnızlığa götüren şeyler zahirde “dünya telaşı” olarak görülüyor. Bir maişet meselesi var, herkes bir işin ucundan tutuyor, tutmak zorunda. Bazılarını ise işleri tutmaya başlıyor, yani varlıkları sadece işlerinden ve unvanlarından ibaret oluyor. Kabul edelim ya da etmeyelim, “iş hayatı” denilen muamma, insana bir değil birkaç çeşit maske kazandırıyor. Var olan maskelere yenileri ekleniyor. Belki kendi hayatında nazik, cömert ve başkalarına kendinden daha çok önem veren biri; iş hayatının zikzaklı yollarını giderken hırslı, kırıcı ve bencil davranabiliyor, giderek bunlar birer sıfata dönüşebiliyor. Aynısını okul hayatına ve hatta ev hayatına yansıtmak da mümkün. Sosyal medyanın giderek hayatın merkezine oturması, çok ciddi bir iş alanına dönüşmesi, çoğu insanın hayatında bulamadığı pek çok şeyi burada bulması, bize bir dijital kafes inşa etti. Bu dijital kafesi bizler kendi ellerimizle inşa ettik. Onu çok sevdik, vazgeçemez bir konuma yükselttik. Ve sonra fark ettik ki orada başka türlü bulunabiliyoruz, başka türlü görünebiliyoruz. İş yerinde, okulda ya da evde takındığımız maskelerimizi bir kalemde silip, bambaşka bir maskeyle sosyal medya hatlarında gezinebiliyor, üstelik çevre de yapabiliyoruz. Kıymetli bir dostum geçenlerde söylemişti: Biz özellikle instagram’da, en güçlü ve en tamam hâlimizle varız. Öyle olmak için de kendimizi epey hırpalıyoruz. Giderek parçalandığımızı ise çok geç anlıyoruz. İşte bu bir yalnızlaşmadır. Çünkü büyük yanılgılar insana yalnız kaldığını, en çok da kendine yabancılaştığını anlatır. Oradan oraya koşturmak, her zaman güçlü ve güzel görünmek, sürekli beğeni ve takipçi toplamak bir yaşam amacına dönüştüğünde, insan bu büyüye kapılır ve nihayet yalnız kalır. Çünkü telefonunuzu elinizden bıraktığınızda, çevrenizde çatırdayan bir sessizlik dolaştığını fark edersiniz. Sosyal medyaya yazdıklarınıza muhakkak cevap gelir, birileri sizi anladığını söyler yahut onaylar. Bunların hepsi çok kısa bir süreliğine size iyi gelebilir. Çünkü hazdan ibarettir. Oysa huzur, çok başka bir şeydir ve bugün hepimiz o huzuru arıyoruz. O huzur, yalnızca ve yalnızca hakiki bir sohbetten, gönendiren bir muhabbetten geçiyor. Onu arıyoruz, içimizdeki eksik “puzzle” parçalarını yerine koyacak, hiç değilse o eksikliği hatırlatacak bir kelamı, bir ifadeyi, bir yorumu arıyoruz. Bunu dijital dünyanın içinde bulduğumuzu düşündüğümüz her an, aslında kendimizi yanılttığımızı da biliyoruz. Dijital kafes de zaten bu yakıtla yürüyor: kendini yanıltmak, giderek başkalarını da yanıltmak, sonunda da boşlukta sallanmak.
Son yıllarda, Türkçemizin “unutulmuş” kelimeleri üzerine bir ilgi var. Özellikle sözlükler ya da etimoloji üzerine çalışan kimseler, dijital hesaplar vesilesiyle insanlar yeniden bu kelimeleri hatırlıyor ya da öğreniyor. Ancak bunu hayatta ne kadar kullanabiliyor? Mesela, insanın yalnızlık duygusunu bertaraf edebileceği ve hayata sımsıkı tutunup; faydalı olduğunu, değerli olduğunu hissedebileceği, sevip sevilebileceği bir ortam sunan o pek güzel kavrama bakalım: diğerkâmlık. Diğerkâm nedir, kimdir diğerkâm? “Kendinden çok başkalarını düşünen, başkalarının iyiliği için fedâkârlık yapacak yaratılışta olan kimse” diyor Kubbealtı Lügatı. Tercihini başkasından yana kullanmak, sufilerin deyişiyle “nefsinden vermek” olarak da düşünebiliriz. Bu kelimeyi seviyoruz, bu kelimenin anlatıldığı sohbetleri dinlemek bize iyi geliyor fakat bu kelimenin ne kadar büyük bir medeniyetin yaşamından bize akıp geldiğini göremiyoruz, fark edemiyoruz. Bilhassa kelimeyi yeni öğrenenler, “başkasını düşünmeyi” yeni bir akım, hatta moda olarak düşünüyor. Şaşırıp kaldığımız şey bizzat kendimiziz, unuttuğumuz kendimiz. Yaylada hayvanlarıyla muhabbet kurmuş bir ihtiyar görünce duygulanıyoruz. Kapı kapı gezip ihtiyaç sahiplerinin yükünü omuzlayan bir gençten haberdar olduğumuzda “insanlık daha ölmedi” diyoruz. Doğudaki köy okulunda, öğrencilerine okuma aşkı kazandırmak için cebini ve zamanını sarf eden o öğretmen yüzümüzü güldürüyor. Sonra telefonumuzu cebimize koyuyoruz ve izlediklerimizi, okuduklarımızı hiç tefekkür etmeden beynimizdeki geri dönüşüm kutusuna yolluyoruz. Zaman zaman hatırlıyor, arkadaş ortamında lafını edip geçiyoruz. Hani diğerkâm kelimesi çok güzeldi, diğerkâmlık harikulade bir duyguydu, neden hiçbir şey yapmıyoruz?
Bize başkasını açan yolların başında sohbet var. Önce selâm, sonra kelâm. Hadi dijital tabirle söyleyelim; güvenli bağlantı. Bu bağlantı önce insana, kendini hatırlatıyor. Güçlü yönlerini, potansiyelini, cevherini. Sonra karşısındaki insanın da kendi gibi can taşıdığını söylüyor. Farklılıklar keşfedildikçe insan denen muamma kendini açıyor, hayat denen muamma da buna katılıyor. Zihinlerde düğüm, gönüllerde kördüğüm olmuş meseleler sohbetle hafif hafif açılıyor. Yaşamın o hiç bitmeyecek yokuşu çıkılırken, sohbetin getirdiği düzlüklerle mola veriliyor, nefes alınıyor. Bir de “şerbetli” sohbetler var ki onlar insanın ruhunu ayağa kaldırıyor, çok uzun yollara çıkaracak bir yakıt oluyor. O şerbetli sohbetleri de ancak irfan sahibi kimseler yapabiliyor. Yunus Emre’miz, “Sohbet cânı semirdir hem âşıkın ömrüdür / Hakk Çalab’ın emriyle erenin himmetidir” diyor. Pek çok zorluğu devirerek nefsini terbiye etmiş, kemâl merdivenini tırmanmış, marifet tâcını giymiş ancak tüm bunları bâtınında sırlamış kimseler; sohbetleriyle dünümüzü, bugünümüzü canlandırdılar, yarınlarımıza da can katmaya, can vermeye devam ediyorlar. Çünkü onlar, Hakk’tan gelen şerbeti içtiler, önden gittiler ve nefesleriyle her an varlar. Bugün bizim sohbete, muhabbete olan açlığımız, onlara olan ihtiyacımızdandır. Ancak onlar bizi muhabbetin, güzelin, iyinin kaynağına ulaştırabilirler. Ancak onların sözleri, hâlleriyle bir olarak bizi ayağa kaldırabilir, bize güç verebilir. Muhabbet yalnızlığı giderir, muhabbet yürekleri bir eder, muhabbet cana can katar, muhabbet gönülleri mamur eder.
Bir başkasının gönlüne ferahlık veremeyen, kendi gönlünde ferahlık bulamıyor. Ne yapsa ne etse mutmain olamıyor. Yalnız kalıyor. Tebessüm edemeyen, hoş söz söyleyemeyen, bir derde ortak olamayan kimselerin sûreti; başkasına ferahlık vermeyenin nurdan nasibi olmadığını anlatıyor, gösteriyor. Bir kardeşim var, ayda bir telefonlaşırız, bazen iki ayda bir. Beklentisiz ve samimi, sözü yormadan, iyi niyetlerle konuşuruz. Az konuşanın pek açamadığı bir derdi vardır, onu hemen anlarız. Bugün az konuşan bendim. “Derdin derdim olsun” dedi. İyi niyet, güçlü söz: dev gölgelik.
Anadolu’nun kalbi, fütüvvet eri, gönüller tabibi Ebu’l-Hasan Harakânî’nin pek çok kâmil talebesi vardı. Onlardan biri de Hâce Abdullah Ensârî idi. Yazıyı onun bir sözüyle nihayete erdirelim: “Suyun üzerinde gidersen, çer çöp olursun. Havada uçarsan, bir sinek olursun. Gönül kazan ki insan olasın. Bir kişinin gönlüne girip, o gönlün kutsiyetine var ki sen, insan olasın.”