Ahmet Haşim Frankfurt Seyahatnamesi’nin girişinde şöyle söyler:
“İnsan, hayatının tadsızlığından ve etrafında görüp bıktığı şeylerin o yorucu aleladeliğinden bir müddet kurtulabilmek ümidiyle seyahate çıkar.”
Hayatımızdaki rutinlerin monotonlaştığını fark etmemiz ve bunun bizi rahatsız etmesiyle değişim ufak ufak başlıyor. Tıpkı kar toplayan beyaz bir gökyüzü gibi artık zihnimiz durup dinlenmeden yeni düşünceleri kendine çekiyor. Çıkılacak seyahat fikrinden önce, elimizdeki taşların yerleriyle oynuyor, bambaşka varyasyonlar üretiyoruz durmadan. Doğabilecek ufacık bir fark, kelebek etkisi yaratarak zincirin ilk halkasını oluşturuyor. Önemli olan cesaretle o ilk adımı atabilmek.
On altı sene önce, hayatımdaki sıradanlığa meydan okuyacak kararı vermemle değişim çarkları dönmeye başlamıştı. Farklı kültürleri tanımak, yeni bir ülkede yaşamak, hiç bilmediğim yeni bir dili öğrenmek, sıyrılmak istediğim rutinlerin arasından çekip çıkarmıştı beni.
Sonbaharı kuşanmaya hazır bir Eylül sabahıydı. Üsküdar sokaklarının henüz uyandığı, martıların deniz kokusu peşinde coşkuyla çığlıklar attığı o serin sabahta yola çıkışımı hatırlıyorum. Valizim elimde beklerken, Bach kulağıma fısıldıyordu. Onun topraklarına gidiyor olmamı beraber kutluyorduk adeta. Fakat sevincin içine gizlenmiş hüzünlü bir kutlamaydı bu. Bütün büyük ayrılıkları daha önce tatmış gibi tarifi zor bir duyguydu. Karpuz ve peynirin dilimizde bıraktığı o kekremsi tat ya da ağlarken aniden anlamsız bir gülme krizine yakalanmış gibi bir histi.
Taksinin arka koltuğunda son kez bakıyordum yıllarca yaşadığım şehre. Bırakıp gidiyor olmanın suçluluğunu silmek için kendimi avutacak bahaneler üretiyordu zihnim.
Hesse’nin, Mies van der Rohe ve Heine’nin topraklarına gidiyordum. Bach çalıyor olmalıydı caddelerde. Her köşe başında Goethe karşılıyordu insanları, Thomas Mann her gece uzun yürüyüşler yapıyordu nehir boyunca. Bir çocuğun eline şeker tutuşturur gibi kalbimi kandıran bu bahanelere sığınarak çıkmıştım bu yolculuğa. Hızla uzaklaşıyordum İstanbul’dan.
Bütün eşyalarımı sevdiklerime bırakmıştım. Başlı başına sadece bu bile yüreğimde koskoca bir ağacın çatırdayarak devrilmesine yetmişti. Kütüphanemi, Moda’daki antikacıdan binbir zahmetle aldığım abajurlarımı, plakçalarımı, İncesaz plaklarımı, balkondaki çiçeklerimi terk edip gidiyordum.
Önceleri büyülü bir bilinmeze seyahat olan yolculuğum, kendinden başka şehirler ve ülkeler doğurarak gurbete dönüşecekti. Ve ben henüz ilk adımımla gidişin düşünüldüğü kadar kolay olmadığını anlamıştım. Giderken her bir parçam farklı şekilde kopuyor, kökleri derinlerde kırılıyordu sitemle.
Uçak şehrin semalarına yaklaştığında hatta Almanya sınırlarına girdiğimizde yukarıdan görülebilen tek renkti yeşil. Bu rengin onlarca tonu olabileceğini o zamana kadar hiç düşünmemiştim. Richter, fırçasıyla tek tek boyamış, birbirine ekleyerek kocaman yamalı bir örtü sermişti yeryüzüne.
Havalimanından şehrin merkezine geldiğimde ufak tefek detaylar dışında, çoğunun birbirine benzediği bir başka Avrupa şehrine geldiğimi düşündüm. Geniş caddeler, cepheleri dil birliği yapmış muntazam devasa eski binalar, ritmik akan trafik… Şehri ikiye ayıran Rhein Nehri yaşamaya başlayacağım bu kentin bana sunduğu en güzel hediye olmuştu.
Konuşmadan dolaşıyordum şehrin kalabalığında. Her girdiğim sokak beni minik bir meydana bırakıyordu soluklanmak için. Şehir milyonlarca kat büyüklüğünde bir sinir ağıydı. Beni oradan oraya iletmeye çalışan. Bense hedefsiz, rotasız kaybediyordum her seferinde yolumu. Eylül ayını hâlâ yazdan sayan Almanlar ayaklarımdaki botlara ve üzerimdeki kalın ceketime hayretle bakıyorlardı. Serin bir İstanbul Eylül’ünden geldiğimi söylemek isterdim onlara.
Martıları takip ederek Rhein Nehri’ne ulaşmıştım nihayet. Nehrin sularına doğru inen merdivenlere oturmuş insanlar güneşle hemhaldi. Grupça hareket etmeyi seven bir kültürden gelen biri olarak, tek başına çimlere uzanmış, yalnız başına piknik yapan, güneşe karşı gözlerini kapatıp kendi sükunetini dinleyenleri görmek şaşırtıcıydı. Seneler içinde en çok seveceğim şeyin bu olacağını bilmeden gözlerimi yalnız gezerlerin üzerinde dolaştırdım.
Hava bir türlü kararmak bilmiyordu. Bir günde iki farklı ülkede bulunmak yorucuydu. Nihayet gece olduğunda kalacağım, yüksek tavanlı eski binaya varmıştım. Tavandan sarkan hiçbir aydınlatmanın olmadığı bu minik evde duvarlara vuran sarı loş ışığı izleyen göz kapaklarım yapayalnız bir güne uyanacağını düşünmeden yapayalnız uykuya dalıyordu.
Uzaklardan gelen martı ve dalga sesleri arasında kulağıma bir İncesaz fısıldıyordu. Kaçsam bırakıp…