Sonunu bildiğimiz, ancak sonrasından bîhaber olduğumuz bir yola koyulmaktı yazgımız ve yazgı, en çok da kendisiyle kavgalı olanlara yazılırdı. Börtü böceğin, kuşun çiçeğin, kedinin köpeğin, dağın taşın haddini bilip de sebep aramadığı mütevâzı mevcûdiyetinin aksine, bildikleriyle kafa tutan insanoğlunun varlığına içkin sorulara arayıp da bulamadığı cevapların yükü, hiç geçmeyen ağırlığı olsa gerekti her şeyin başı… Her şeyin başı, insanın eşsiz yazgısının fermanındaki ilk kalem darbesinin kırılganlığı… “Ah şu bizim kırılganlığımız…” Oysa ne kadar az farkındayız varlığımızın nüvesi, incelikle işlenmiş kırılganlığımızın…
Kırılganlığı Eugenio Borgna’dan daha lâtif, daha zarif anlatabilen kaç mâhir gönül ustası vardır meçhul ama Kırılganlık Üzerine’nin henüz ilk sayfası şu muhteşem tespitleriyle başlar ustanın:
“Dünyada hâkim olan sloganlar kırılganlığı, gereksiz ve köhne, ham ve hastalıklı, sağlamlıktan ve anlamdan yoksun bir şey olarak görüyor; oysa kırılganlıkta duyarlılık, incelik, hassasiyet ve bitkin bir nezaket, dile getirilemeyen ve görülemeyen şeylere dair bir sezgi bulunuyor ve bunlar, başkalarının ruh halleriyle, duygulanımlarıyla, varoluşsal tarzlarıyla daha kolaylıkla ve şevkle özdeşleşmemizi sağlıyor.”
Gerçekten de hayatın, varoluşumuzun özüne sinmiş kırılganlık, egemen sloganlarla yokmuş, yoksunmuş gibi; kırılgan olan, tür zincirimizin zayıf, aşağılık bir halkasıymış, bu nedenle de güçlü olanın hayatta kalması, zayıf olanınsa doğal seçilimin bir gereği olarak en iyi ihtimalle yadsınması, hatta elden çıkarılması gerekliymiş gibi bir bakış açısıyla popülist olana kurbana edilmiyor mu? Oysa hâkim ideallerin, post modern ilkelerin tasvir ettiği insan modeli, eleştirdiği kırılganlıkların hepsinden daha kırılgan ve kırılganlığı inkârı, bir acziyet olarak görmesi de yansıtmaya dayanan bir savunma mekanizmasının sonucu belki de…
Ve devam ediyor Borgna; kırılganlığın mayası olduğu fenomenleri, bir şairin ciltlerce sürecek bir deneyimi birkaç satırla özetlemesine benzer şekilde ince zekâsıyla işliyor. Kişilerarası deneyimlerin kırılganlığından, sözcüklerin, sessizliğin, sevincin, umudun kırılganlığından söz ediyor. Sevincin elle tutulamayan, son derece naif ve tamamen şimdiki zamandan beslenen bir duygulanım olduğunu, bu nedenle de mutluluktan farklı olduğunu söylüyor. Söz gelimi, zamanın sürekliliği algısıyla kayıtlanmamış, bu nedenle geçmişle ve gelecekle bağlantılı olarak deneyimlenemeyecek sevinç, uçucu, kaçıcı olsa da kendimi hiç zorlamaksızın şimdide yaşadığım, mucizevî bir deneyim olarak beliriyor. Dahası hayatın en zor, en dayanılmaz, en çetrefilli zamanlarında bile yaşamın yeniden yaşanmaya değer olacağına, hayat ağacının canlılığından hiçbir şey kaybetmeyen köklerinden yeniden fışkırabileceğine ilişkin olarak “sevinç”te gizli o potansiyele işaret ediyor. “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim..” diyen canım Yûnus’un ve diğer gönül erlerinin ârifâne yüreklerinin ezelden beri bildiğini anımsatıyor bana Borgna’nın kırılganlık üzerine kaleme aldığı bu satırlar…
“Kırılganlık” sözcüğü ilk söyleyişte zihinlerde olumsuz yankılansa da semantik açıdan ne kadar kuşatıcı bir kavram olduğu yavaş yavaş beliriyor; işte kırgınlıklarımız, hüznümüz kadar sevincin kırılganlığı da bu anlam çeşitliliğine işaret ediyor. Yaşamın her veçhesinde o bazen can acıtan, ama çoğunlukla naif kırılganlık baş gösteriyor. Mevsimlerin birbirini izleyişinde; ağaçların mevsimine göre renkten renge bürünüp yeşilin kırmızıya, kırmızının sarıya dönüşmesinde; gecenin gündüzde kırılıp, gündüzün gecede ölmesinde; başlayan her sohbetin bitişinde; biten ümitlerin orta yerinde filizlenen yeni bir aşkın başlangıcında; doğum yapan bir annenin can havliyle attığı çığlıkta; bebeğin attığı ilk adımlarını yeni yetme delikanlılığına iliştiren, âdeta buharlaşan zamanda… Öyle ki, kırılganlığın varoluşa ince ince işlenmiş, her oluşu ve bozuluşu birbirine bağlayan ontolojik bir desen gibi olduğunu bilenlerle, Yûnus gibi bunu idrak edenler kırılganlıktan kaçmıyor; aksine kırılganlıktaki başkalaşımı, kırılganlıkla gelen bütün diğer sıfatlardaki naif değişimi kucaklıyorlar.
Kırılgan olanda bir eğilme var sanki; eliften gayrı her harfin bir köşesinden eğilmesi, bükülmesi, kendine dönmesi gibi…Yani kırılgan olan, varoluşsal… Huzurumuz, inancımız, umudumuz, hayallerimiz, sevinçlerimiz, emniyet hissimiz, güven duygumuz, sağlığımız, duruşumuz, makamımız, statümüz, zenginliğimiz, fakirliğimiz de kırılgan. Ve dahî topuklu ayakkabılar üzerinde iki dirhem bir çekirdek yürürken incecik topuğun iki kaldırım taşı arasında sıkışıp kırılmasıyla sarsılan cazibemiz de…
Borgna’nın kırılganlık üzerine yazdıklarından sonra yazacağım her cümle de kırılgan…
Tam Borgna’yı okurken kütüphanemden ince siluetiyle bir anlığına parladığı yanılsamasına kapıldığım Ahmet İnam’ın Hayatımızdaki İnce Şeylere Dair isimli incecik kitabını alıverdim elime. Rastgele bir sayfa açtım Hoca’dan, “Muhabbet Yaraları” yazıyordu başlıkta… “Muhabbet Yaraları”… Muhabbet de kırılgandır öyle ya. Muhabbet duyduğun, muhabbete icabet etmedikçe artar kırgınlığı(n) muhabbetin(in).
“Kırıldım.” Diyor Ahmet Hoca.
“Kırılganım çünkü. Geleceğe açık yaşadığım, umutlu olduğum için. Kırıldım ve öğrendim. Dünya kaç bucak. Ben kimim. Öğrenemedim. Bu yüzden sürekli kırıldım. Kırgınlık ince bir duyarlık insanlara karşı…” ve ekliyor:
“Kırgınlık ayrıcalıktır. Çoğu kez bilemeyiz. Küskünlüğe dönüştürürüz onu ve içimize kaçarız: “Tamam, her şey bitti. Bundan sonra yüzümü göremezsin!” Belki de bu sözlerimizle “sev beni, yüzüme bak, sana dokunan çaresiz bakışlarıma” demek istiyoruzdur.
Neden ayrıcalıktır? Kırgın anlayandır. Anlamak üzere olan…”
Ben kimim? Öğrenemedim… Benim de en büyük kırgınlığım bu belki Tanrı’yla aramda olan. Yine de kırgınlığı ayrıcalık olarak sunduğu satırlar, yine kırılgan bir umut ışığı yakıyor alacakaranlık gönül hânemde… Ben kimim? Bütün kırılganlık dallarının köklerinden gökyüzüne yükseldiği soru bu…Kırılgan başka pek çok mecrada cevaplarını aradığım, bulmaya güç yetiremediğimde de yeniden kırıldığım… “Kırılgan” ontolojik bir gerçekse, diyorum sonra, cevabını bulamadığın o soruların kırılgan olması da kaçınılmaz. O halde kırılgan sorulara verilebilecek cevaplar da olsa olsa kırılgan cevaplar olur. Bu da yeni bir umut dalgası kabartıyor yüreğimde. Sormanın bizâtihi kendisidir belki de buradan gaye…
Laf lafı açıyor böyle… Tutunduklarımız da kırılgan. Var gücümüzle çalışıyoruz bazen ne için olduğundan emin olmadan. Çalışmamız karşılığını aldığımızda güçleniyor, kırılganlığımızı unutuyoruz. Ama unutmak da kırılgan. Herkesin önünde eğildiği, tek sözün yeri yerinden oynattığı bir makamın sahibi (?) ertesi sabah yeri dövercesine yürüdüğü ofisinin koridorlarında ilerlerken, alaycı bakışların odağı haline geliyor. Kendisinin dahî haberi olmaksızın azledildiği makamı ne kadar da kırılgan… “Kötü gününde saatlerce dinledim onu. Hep destek oldum, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi, evimi açtım eşinden ayrıldığında, onunla ağladım. Dost bildim onu… ” diyor bir arkadaşım. “Dost bildim…” Bildiğini sandıkları hakkında ne kadar az şey bildiğine kırılıyor insan; öncesi kendi kendisine telkinleri aslında…Dostluk da işte böyle kırılgan… Kırgın olmayan ama kırılgan olan çok güzel dostluklar da var elbet, zamanın incelttiği, lâtifleştirdiği, kırılgan hale getirdiği dostluklar. Onlar birbirine kırgın değil, yılda bir kere de bir araya gelseler, daha dün görüşmüşler gibi devam edecek sohbet kaldığı yerden, lâkin zaman ve şartlar kırılgan…
Ve zihnim burada bir sıçrama daha yapıyor kırılganlığa dair perdeleri birer birer kaldırmaya yeltenirken… Sûfilerin “kırmamak kolay, aslolan kırılmamak” dedikleri türden… Kulağıma küpe oluyor. Kırılgan olmayan bir âlemin belli belirsiz sesleri, görüntüleri aksediyor yüreğime, bir nebze ferahlıyorum…