Neşe – li

Aslı Kaynak Önel
4 dakika
-+=

Siz de yapar mıydınız? Küçüklüğümde yalnız kaldığım zamanlar uzun uzun aynada yüzümü seyrettiğimi hatırlıyorum. Bir kelimeyi sürekli tekrar ettiğinizde anlamını yitirmesi gibi, karşımda yavaş yavaş yabancılaşan sûretin bütününden ziyâde gözlerine odaklanır, tam olarak ne aradığımı da bilmeden, ötesini, daha da derinini görebileceğim umuduyla dakikalarca otururdum aynanın karşısında. 

Ne vakit sonra biraz hüzünlü bir sürece dönüşürdü bu eylem. O zaman, özlemle karışık bu “gariplik” hâline bir müddet daha kendimi kaptırır ama içgüdüsel bir çaba ile tekrar oyuncaklarımın neşeli dünyasına dönmeyi de başarırdım.

Ancak çocukluğumda bile, içten içe tanımlaması güç bir haz duyuyordum bu yarı hüzünlü ruh halinden ki, ilk gençliğimde sebepsiz bir neşe ile etrafımda dolaşan insanlara hep şüphe ile yaklaştım. Rengârenk kazaklarla, ben daha sabah kahvemi içememişken -tabii ki siyah kıyafetlerimin içerisinde-, yüksek perdeden bir günaydın ile mimarlık fakültesinin kantinine girenler hiçbir zaman en yakın arkadaş grubuma dahil olsunlar istemedim. E öyle değil miydi ama canım, dünyada bunca dert tasa varken, bu sebepsiz neşe de neyin nesiydi şimdi allasen? Üstelik sanatçı, tasarımcı dediğin gamlı, tasalı olur. Bu insanlar ya yeterince düşünmüyor ya da derinlikli olmasalar gerekti. Aman benden uzak! 

Bilgeliğin, sanatın, siyah kazak ya da şen şakrak bir kahkaha gibi benim toy ve şeklî ön yargılarımla ölçülemeyecek kadar derin, başka boyutlardaki kavramlar olduklarını anlamak, hayat tecrübelerim sayesinde çok da uzun sürmedi şükür! Ancak o zamandan bu zamana, benim için bilinçli bir farkındalık gerektiren, bazıları için ise doğal akışında kolaylıkla var olabilen neşelilik hâli hem meslekî hem de sosyal hayatımda ilgimi çeken bir gözlem konusu oldu diyebilirim. Yalnız da değilmişim! 

Ingrid Fetel Lee ile yakın zamanda katıldığım bir tasarım seminerindeki TEDx konuşması vesilesiyle tanıştım. Konuşmasında nesnel objeler gibi sıradan şeylerin, neşe veren şaşırtıcı gücünden bahsediyordu Lee ve tahmin edersiniz ki hemen dikkatimi cezbetmişti konu.

Lee kendi tasarımlarının insanları gülümseten etkisinin farkına daha üniversite sıralarındayken varmış ve sonrasında bilinçli olarak meslekî yönlenişini bu etkinin sebeplerini araştırmak üzere inşa etmiş. Konuşmasına da ilk olarak bizlere şu soruları yönelterek başladı:

Neden patlayan konfetiler, renkli balonlar görünce gülümseriz?

Güneş batmadan önce oluşan o turuncu parıltı ya da kiraz çiçekleri açtığındaki manzara neden bizi büyüler ve seyretmeden geçemeyiz?

Cevaplar çeşit çeşit oldu tahmin edersiniz. Bu sorular ile ilgili Lee`nin yorumlarını ve neşeli mekanlara dâir verdiği ipuçlarını, kitabını okumak isteyenler için saklı tutalım. Ama kısaca özetlemek gerekirse Lee, muhtelif mekanların, uzun araştırmalar sonucunda belirlediği prensipler doğrultusunda renovasyonlarını gerçekleştirmiş ve bu değişikliklerle birlikte mekanlarda ikâmet eden, çalışan veyahut eğitim gören insanların daha “neşeli” insanlar olarak hayatlarını sürdürmeye başladıklarını gözlemlemiş. Lee, mutlu olma hâlini ulaşılması güç ve yoğun çaba gerektiren bir ütopya olmaktan çıkarıp, konuyu adım adım, pratik reçetelerle ele alıyor ve buna da uzmanlık alanı doğrultusunda, neşe veren obje ve mekân tasarım prensiplerini ortaya koyarak katkı sunabilmeyi hedefliyor.

İnsana ümit veren, karmaşık gibi gözüken meseleleri basitleştirerek ele alabilen ve fayda üreten tüm insanlara büyük hayranlık duyuyorum. Çok yaşa sen de Ingrid Fetel Lee!

Akşam, bu coşku ile seminer üzerinde düşünürken aklıma seneler önce izlediğim ve adını ne yazık ki şimdi hatırlayamadığım bir kısa film geldi. Film, İskoçya’nın ücra bir köşesinde, yağmurdan gözünü açamayan, asık suratlı ve hüzünlü insanların yaşadığı, gri ve dökük bir köyde geçiyordu. Lee’nin tüm neşe veren önerilerinden uzak anlayacağınız. Gün geldi, köyün sert mizaçlı papazı artık çok yaşlandığı için köye yeni bir papaz atandı.  Genç papaz, yaşlı selefinin tüm îkazlarına rağmen, köyün bu durumuna çok üzülerek günlerce Tanrı’ya güneş açtırması için yakardı ve en nihâyetinde belki de köyün tarihinde bir ilk olarak gri bulutlar tamamen dağıldı, masmavi bir gökyüzü ışıl ışıl parlayan güneşle birlikte onları selamladı.

Günler geçti, bulutlardan eser yok. Herkes çok mutlu idi. İnsanlar kaba esvaplarını sırtlarından attılar. Ev önlerine masalar konuldu, ıssız köy sokakları yerini şen kahkahalara, neşe ile koşuşturan çocuklara, açık pencerelerden yayılan ezgilere bıraktı. Ancak köylünün el işini her ay şehir pazarına götüren adamcağız o ay günü geldiğinde, sabaha kadar dans etmiş olduğu için bir masada uyuyakalınca, parasız kaldılar. Hasat zamanını eğlenceden ihmal ettikleri için tarladaki lahanaların ancak bir kısmı kurtarılabildi. Yeterince yağmur alamayan otlaklar sarardı, beslenemeyen hayvanların sütü azaldı. Üstüne üstlük bir de köyün örnek aile babası kasap, senelerdir karşı komşusu olduğu halde bir kuru merhabadan öteye samimiyet kurmadığı dul terziye âşık olup evini terk etmesin mi? Velhâsıl, film tüm bu karmaşanın ortasında bizim genç papazın ağlayarak bu sefer de Tanrı’dan gri bulutları tekrar yollaması için hararetle dua etmesiyle sonlanıyordu. 

Sanırım filmi izlediğim o zaman da aynı düşüncelere kapıldığım için seminer zihnimde bu sahneleri tekrar canlandırmıştı. Âlemin dili düalite. Bir kutup olmadan diğeri var olamıyor. Siyah olmadan beyaz, acı olmadan tatlı, kötü olmadan iyi, hüzün olmadan neşe idrak edilemiyor. Bazı hususlarda her iki uca da yolculuk yapmak hayat tecrübesine derinlik ve renk katıyor ama hüznün de hoş, neşen de hoş mertebesinde değilsek, hikmet ehli vasat, yani dengeden, orta yoldan şaşmayın diyor.

Eh, o zaman hüznü de neşeyi de tattıysak dengede günler dilerim!

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam