Şu aralar tezim için Safiye Erol’un eserlerini çalışıyorum. Kendisi 1902-1964 arasında yaşamış, büyük bir yazar. Eserlerinde her daim eski İstanbul’dan bir parça bulabilirsiniz. Bugün fark ettim ki eserlerini her okuyuşumda içimde bir özleyiş hissiyle dolup taşıyorum. Önceleri bu hissi görmezden gelirken, içimde gittikçe daha da büyüdüğünü fark ettim. Neyi özlüyordum ki ben? Biraz düşünüp, hislerimi elden geçirince özlediğim şeyin aslında hiç tanımadığım eski İstanbul ve onun insanları olduğunu anladım. Peki insan hiç tanımadığı birini ya da bir şeyi nasıl özleyebilir? Bu özlem o derece ki sanki o anılar benim anılarım, o insanları gerçekten tanıdım ve şimdi yokluklarının ağırlığı kalbime çökmüş gibi hissediyorum. Ne garip…
Işıkların dinlendirilmesini, lakabı olan insanları, bahçeli evlerin bolluğunu, gökyüzünü seyrederek içilen Türk kahvesinin tadını özlüyorum. Savaş zamanı diye akşam karartma yapılmasını, beyaz ekmek bulunca sevinmeyi, Venüs’e Zühre yıldızı denmesini, bu rüzgâr Keşişleme mi Gündoğusu mu diye çekişenleri, birbirlerine hikâyeler anlatan, türküler söyleyen Âkif Kaptan ile Müyesseri özlüyorum. Efsunlu aşk iksirlerini, sahillere posta yapan küçük vapurları, allı yeşilli takaları, burnuma gelen deniz kokusunu, öğrencilere talebe denmesini, İstanbul’un iki yakasıyla hasbihal etmeleri, ayakkabıya iskarpin denmesini, adı unutulmuş envai çeşit mezeyi özlüyorum.
Geçen gün rastladım; Osmanlı mahallelerinde çıkmaz sokak çok olurmuş. Sebebi ise o çıkmaz sokakta yaşayan efradın aile gibi olmasıymış. Geçişli sokak çok tercih edilmezmiş. Sebebi ecdadımızın şehir kurmayı, yol yapmayı bilmemesi değil, o çıkmaz sokağa orada yaşamayanın, o büyük aileden olmayanın girmeyeceği anlamına gelmesiymiş. Bu bir kontrol ve emniyet mekanizmasıymış. İşte ben o herkesin birbirini tanıdığı, komşunun komşusunun çocuğuna baktığı, kapılarının önünün süpürüldüğü çıkmaz sokakları da özlüyorum.
Evet ben o harflerin üstüne koyulan şapkaları da özlüyorum, el yazısı ile yazmayı da o zarif dolmakalemleri de. Harflerin üstünden o şapkaları kaldırınca adeta ruhumuzdan bir parça eksildi. Büyüklerin kaşlarını kaldırıp endişeyle bize baktıklarını hissediyorum ve adap öğreten o güzel insanları da özlüyorum.
Başka mı? Halamın beni Caddebostan’daki lunaparka götürmesini özlüyorum, lunapark yolunda bir bostanın içinden geçmeyi özlüyorum, Kartal’da denize girmeyi, berrak sudaki yengeçleri seyretmeyi özlüyorum. Eski Galata köprüsü yukarı aşağı inip çıkarken, çapariyle istavrit avlamayı, arkada bira içenlerin birbirleriyle atışmalarını, midye tava ve patates kızartması kokularını özlüyorum.
Bunları düşünmek sanırım biraz da yaşımın ilerlemeye başladığının bir alâmet-i fârikası. Bu özlem gözlerimin dolmasına sebep olacak kadar gerçek. Bu farkındalık pek fena şeymiş. Çünkü sadece güzellikleri fark etmiyorsun, elinin altından kayıp gidenleri de fark ediyorsun. Bu kaçınılmaz olsa da benim için hiç bu kadar elle tutulur olmamıştı. O kadar canlı ki, kulağıma vapurların düdükleri, sisli havanın yüzüme vuran soğuk esintisi, içime çekmeyi pek sevdiğim o yosun kokusu geliyor.
Bunların bir kısmı hâlâ var, bir kısmı bir daha gelmemek üzere tarihe karıştılar. Hatırlayanların sayısı her geçen günle daha da azalıyor. Var olanları muhafaza etmek, gidenlerin yerine daha güzelini koymak mümkün mü bilmiyorum ama ben hepsini çok özlüyorum…