Sevgili Yeşil

İlahe Kurşun
4 dakika
-+=

Sevgili Yeşil,

Bilirsin geleneğimizde Sohbet Meclisleri kültürü vardır. Derler ki Araplar arasında Câhiliye döneminde bir konu üzerine edebî düzeyde “karşılıklı atışma”, “yarışma”, “eğlenme” gâyesiyle yapılan bu toplantılar daha sonra İslâmî kültürde gerek edebiyat gerek ilmî alanda varlığını sürdürmüştür. 

Günün tartışılacak konusu hakkında mecliste bulunanlar kendi fikirlerini en zarif tabaklarda birbirine sunarmış önce. Bu sebepten kimse kimseye kızmazmış, kırılmazmış. Gün sonunda birbirinden farklı olan bu fikirlerden lezîz bir yemek ortaya çıkarmış. Yâni meclislerden geriye bilginin yanısıra zevk kalırmış.

Sevgili Yeşil,

Ben de seni konu alan bir meclis düzenledim dün. Seni konuştuk dostlarla hem dün hem bugün. Seni zevkettik ancak keşfedemedik. Seni uzakta sandık ancak yeşil olduğumuzu farkedemedik.

Biliyorum, 

Bu yazdıklarımı okuyup tebessüm ediyorsun. Çünkü ne demek istediğimi en iyi sen biliyorsun. Kendini en iyi sen tanıyorsun.

Sevgili Yeşil,

Davetliler arasında baş köşede Dünya oturuyordu. O kadar şık giyinmişti ki seni onda aramaya koyuldum. Elbisesine baktım önce. Mavi renk üstünmüş gibi görünse de, karanın üstü, suyun altı yeşil değil mi sence de? Senin olmadığın yer neresi, söyle?! Varlığının arttığı her yer yaşam için daha elverişli, sendendir her canlının nefesini alışı/verişi. 

Değil mi ki âlem bir Rahmânî nefes ile yaratıldı. “Yaşıyorum” demenin ilk şartıdır nefes almak. Öyleyse nefesin rengi de yeşildir. Nefes her yerde olduğuna göre neresi yeşil değildir?

Birden elindeki tespihi yere düşüren mütebessîm Şark Ana’ya takıldı gözüm. Ağır ağır eğilerek yerdeki tespihini aldı ve bana bakarak “Yeşili konuşacağız, değil mi?” dedi heyecanla.

Ben de tebessüm ettim ve ona döndüm yüzümü, dinleyeyim diye doğu ilminin de sözünü. Çehresindeki her kırış bilgeliğin sırlarını taşıyordu sanki. Elini kalbine koydu Şark Ana, “Kalp” dedi. İnsan vücûdunda ilk yaratılandır, yaşama ilk başlayandır. Aynı şekilde de nefesi en son duracak olandır.”

Herkes şaşkınlıkla Şark Ana’ya bakıyordu. “Ne demek istiyorsunuz efendim?” sorusu dolaşıyordu gözlerde. Bilge Şark Ana devam etti soruları gidermeye: “Bu âlemde yaratılan ilk şey idrâktir. Onun dünyâdaki elbisesi ise kalptir. Her kim ki kendi kalbini bilir, ona idrâk sırrı bahşedilir.” 

Mecliste bulunan Felsefe Şark Ana’dan müsaade isteyerek ona şu soruyu sordu: “Şark Ana, bizim meclisimizin konusu Yeşil. Sen neden bize idrâkten ve kalpten bahsediyorsun?”

Her zamanki sabrı ve hoşgörüsüyle Şark Ana Felsefe’nin merakını şu sözlerle giderdi: “Kalp, insan vücûdunun tam merkezinde yer alır. Ve doğu ilmine göre vücudda bulunan yedi ana bölgenin her birinin enerjisinin farklı rengi vardır. İşte kalbin rengi de Yeşil’dir. Yâni Yeşil, idrâktir, diriliktir. Bu dünyada ilk yaşayan ve vücûd elbisesinden en son arınacak olandır.”

Bu bilgiler herkesi çok derinden etkilemişti. Konuyu tamamlayacağına inandığından olacak ki Astroloji büyük bir heyecanla sohbete dâhil oldu ve “Onun temsil ettiği makâm Güneştir, İdris Peygamber ona eştir” dedi.

 Tasavvuf ise derin ve bilge bakışlarıyla uzaklara dalarak bir âh etti.  Sonra sükûna ermiş bir edâyla, “mutmâin bir nefstir o” dedi. 

Belki de ilk başta söz alması gereken Etimoloji parmak kaldırarak “Benim de diyeceklerim var” dedi, meclisin merkezine geçti ve ekledi: “Yeşil kelimesi “yaş” (ıslak) kelimesiyle aynı kökü paylaşır. Yâni yeşil olmak, yaş olmak, diri olmak, canlı olmak demektir. Yaşlılık ise, saçın sakalın beyazlaması değil, diriliğin artmasıyla ilgilidir. Yeşil olmak, diri olmakla ve diriltmekle ilgilidir.” 

Sevgili Yeşil,

Bu sözler sana da hatırlattı mı Hz. Mevlânâ’yı?

Şeyh kimdir? Pîr (yaşlı), yâni saçı ağarmış olan. Fakat eğri ümitli, bu saçın anlamını bil.

Kara saç, onun varlığıdır; varlığından bir tel saç bile kalmamıştır. Saçı, sakalı ağarmıştır onun.

Birinin varlığı kalmadı mı, odur pîr; ister saçı kara olsun, ister kır.

Fakat yaş yüzünden saçı ağaran, ne pîrdir, ne Tanrı hası. (Mesnevî, III, b: 1790 vd.)

Bu konuşmayı duyan Târih hemen heyecanla “Ben de bu konuyu destekleyecek bir bilgiyi aktarmak isterim müsaadenizle” diyerek bütün bakışları üzerinde topladı. Sonra elindeki çubukla ortaya bir nokta çizerek, “Türkler neden kaldıkları yere oda (otağ) derler bilir misiniz? Çünkü yaşadıkları yerde önce bir ateş yâni od yakar ve etrafında toplanırlardı. Od’un olduğu yer oda idi, ev idi. Ancak topraktan çıkan ot da od ile aynı anlamdadır. Otlar da toprağın yalımları olarak görülmüş ve ot yâni oksijen olmadan ateşin yanmayacağı bilinirmiş” dedi.

Sevgili Yeşil,

O an, Yemyeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran O’dur; işte ondan yakıp durmaktasınız. (Yasin, 36/80) âyeti gönlümde yankılandı. Hani Koca Fuzûlî’nin dediği gibi,

“Âşk odu evvel düşer maşuka, ândan âşıka,

Şem’i gör kim, yanmadan yandırmadı pervâneyi.”

Sen önce kendi yanan, sonra gönülleri yakansın. Yaktığından geriye hiç iz bırakmazsın.

Birden meclise iştirâk eden Halkın sesiyle irkildim. Konuşulanların tesiriyle onlar da anlatıyorlardı bildiklerini. “Celâl ile cemâl arasındaki ince bir perdedir o, yoktur bir mekânı hem yerdedir hem göktedir o” diyerek duyuruyorlardı seslerini. Kimisi, “Onu çimenlerde gördüm. Üzerine basılıp geçildiği halde mütebessimdi çehresi” diyordu, kimisi, “Onu denizdeki kayalara anne şefkatiyle sarılı bir yosun sûretinde gördüm, kayaya bile kucak açar o” diyordu. Halk nazarında adın“huzûrun rengi”ymiş. En sevdikleri iş ise, bir peygamber edâsıyla huzûra davet edişini seyretmeleriymiş.

Sevgili Yeşil,

Meclisin sonuna doğru herkesin yüzünde bir mutluluk olduğunu gördüm. Kapıdan ilk çıkan ise Tasavvuf idi. Bir taraftan elleri ile gözyaşlarını siliyor, diğer taraftan “Âh Hızır” diyerek hızla uzaklaşıyordu…

Sevgili Yeşil, 

Bunca konuşulanlardan ne anladın dersen,

Sâdece şunu söyler dilim,

Yeryüzüm yeşil,

Yâryüzüm Yemyeşil…

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam