Bugün Klasik Türk Müziği, Türk Sanat Müziği vs. gibi isimlendirmeler yapılan müziğimizin membaı hiç şüphe yok ki tasavvuf yahut diğer adıyla tekke mûsikîsidir. Müziğimizin buharı asırlarca tekkelerde, dergâhlarda, hankâhlarda, âsitanelerde, zikir ve meşk meclislerinde tütmüştür. Geldiğimiz yer maalesef bu kaynaktan çok uzaktadır ve bu kaynağın varlığından bihaberdir. Öyle ki bugün bilhassa eğlence masalarına misafir olan “Geçti sevdalarla ömrüm” adlı eser, bir mûsikîşinasın bir şeyhe intisap etmesiyle ortaya çıkmıştır. “Geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyâr oldum bugün / ak pak olmuş saçlarımla bî-karâr oldum bugün / bir muhabbet neş’esiyle ilkbahâr oldum bugün / ben huzurunda yer öptüm, tacidâr oldum bugün” sözlerinden oluşan bu eserde görüldüğü üzere evvela gençliğin dünya hevesleriyle, beşeri sevgilerle gelip geçtiği, ömrün ihtiyar yani olgun zamanlarında alınan bir kararla artık ilahi aşka yönelme isteği ağır basmaktadır. Bu yöneliş muhabbetle, neşeyle, huzurla oluşmuştur ve nihayet tacidarlık nasip olmuştur. Tacidârlık; tac giymek anlamına gelir ve tasavvuf şiirinde de müziğinde de derviş olmak, bir şeyhe intisap etmek, bir tekkeye/tarike bağlanmak, yola girmek anlamlarına gelir. Türk klarnet virtüözü merhum Şükrü Tunar bu eseri hüseynî makamında bestelemiştir, eserin güftesi merhum Hüseyin Sîret Efendi’ye aittir. Bu eserin “Halk Müziği”ndeki karşılığı ise Neşet Ertaş’ın müziğimize kazandırdığı, Nida Tüfekçi’nin derleyip notaya aldığı bir Kırşehir türküsüdür. Adı “Seher vakti çaldım yârin kapısını” olan bu türkümüz bir dervişin gönlündeki tarikin kapısını nasıl çaldığını anlatmakta ve birçok türkümüz gibi önemli öğütlerle bitmektedir. “Hep gönüller murâdıdır âşığın / nöbeti bekleyen alır keşiğin / beklemeli o sultanın eşiğin / günde yüz bin kere yüzler sürmeli” sözlerini içeren bu türkümüz “Yetilmez menzile bu gidiş ile / hemen aşk atına binip sürmeli” öğüdüyle biter.
Türk müziğinin kökeninde Klasik ve Halk gibi sınıflandırmalar yoktur. Her ikisi de bu milletin öz malı ve eseridir, her ikisi de aynı ses sistemine, makam-usul-çalgı-form ve şiir özelliklerine dayanır. Bu sınıflandırmayı merhum Cinuçen Tanrıkorur, “Sanat müziğinde halk mı yok, halk müziğinde sanat mı yok?” diye sorarak şöyle ortadan kaldırmıştır: “…Beni candan usandırdı, cefadan yar usanmaz mı? / Felekler yandı ahımdan, muradım şem-i yanmaz mı?” diyen şehir kültürüne, “Hüsnüne mağrur olma, Yusuf-u Ken’an mısın?/ Mah yüzüne bir nikap çek, ben yandım el yanmasın” diye cevap veren köy kültürü, olsa olsa birbirinin kardeşidir, karşıtı değil. Tabii, ayırıcı-bölücü gözle bakan için değil, bütünleyici-kucaklayıcı gözle bakan için!..” (25 Şubat 1995)Anadolu’da aileler kız evlatlarını muhakkak Müslüman bir erkeğe vermek isterler. Kızın gönlü ailenin istemediği gibi birine kaydığında ve aile gerekli araştırmalarından netice alamadığında devreye bir Türk atasözü girer: “Dinden imandan habersiz”. 1469 yılında ebedî âleme göç eden Eşrefoğlu Rûmî Hazretlerinin şiiri, bu atasözünün senedi gibidir: “Seni sevmek benim dinim imanım / İlahî, dîni îmândan ayırma”. Atasözleri yaşantıdan, şiirler atasözlerinden, şarkılar ise şiirlerden gücünü alır. Sözsüz bir müzik ne kadar etkileyici olursa olsun yavandır. İşte bu atasözünü ve şiiri hatırda tutmuş olacak ki Hatay yöremiz, müziğimize meraklı hemen hemen herkesin ezberinde olan bir türkü çıkarıvermiştir: “Şu karşıki dağda kar var duman yok / benim sevdiceğimde din var iman yok.”
Son yıllarda Avrupa’daki eğitim sistemine dair aldığımız haberlerde dört yaşındaki çocuklara müzik yoluyla eğitim verildiğini, hastalıkların müzik yoluyla tedavi edildiğini duyuyoruz. Oysa bu, Osmanlı’da dördüncü yaşının, dördüncü ayının, dördüncü gününe giren her çocuğa yapılmaya başlanan bir sistemdi… Artık sesler, ritimler, tonlar dijitalleşti. Makineyle yapılır hâle geldi. Sesteki doğallık kayboldu. TRT’den başka müziğimize sahip çıkan bir kanal olmadığı gibi gençlere Türk müziğinin mazisini anlatacak birileri de pek kalmadı. Eski İstanbul kitapları ve mûsikîşinasların hatıraları karıştırılmaya başlandığında ezanlarımızda dahi dinî ve manevî ferahlığın yanında mûsikîye has bir şifa olduğu görülecektir. Eskiden müezzinlerimizin okuduğu ezanlar belirli makamlarda okunurdu. Yahya Kemal’in “Bir ulu rü’yayı görenler şehri! / seni gıpta ile hatırlar vatanın her şehri” dediği Üsküdar müezzinlerinin hangi makamları tercih ettiğini merhum Ahmed Yüksel Özemre, “Üsküdar Ah Üsküdar” kitabında şöyle anlatır: “Üsküdar müezzinleri, genellikle, sabah ezânını: sabâ ya da dilkeşhâverân; öğle ezânını: rast, hicâz; ikindi ezânını: uşşâk, hicâz, bayâtî; akşam ezânını: segâh, dügâh, rast, hicâz; yatsı ezânını ise: rast, uşşâk, nevâ, bayâtî ya da hicâz makamlarında nidâ ederlerdi.”
Altın çağını III. Selim döneminde yaşayan Türk müziğine Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi tabiri caizse damgasını vurmuştur. Ne yazık ki bozulmadan ilk canı sıkılan da o olmuştur. Çünkü peşi sıra gelen II. Mahmud dönemi mûsikîmizde bozulmanın ciddi ciddi başladığı bir dönemdir. Dede Efendi bu dönemde saraya büyük bir saygı ve hürmetle davet edilen musikişinaslardan biridir. Müezzinbaşı olmuştur ve kendisine bir konak hediye edilmiştir. Gönlünü incitmeden “batı müziğinden de istifade etmesi” istenmiş ve bu yönde eserler ortaya çıkarmasının beklendiği söylenmiştir. “Yine bir gülnihal aldı bu gönlümü” adlı bestesi bu dönemin eseridir. Tekrar tekrar dinlendiğinde içindeki batı sezgileri rahatlıkla anlaşılmaktadır. Rast makamındaki bu eser tabiri caizse bir vals gibidir ve Dede Efendi’nin hiç de içine sinmemiştir. Sonraları bu eser her aklına geldiğinde derin hüzünlere gark olan Dede Efendi daha fazla dayanamayıp, bir gün sarayın bahçesinde gezerken talebesi Dellâlzâde İsmâil’e “Bu oyunun tadı kaçtı!” diyerek hacca gitme gayesiyle yola koyulmuştur. Bu yıllar artık Abdülmecid yıllarıdır. Mûsikâ-i Hümâyûn ile birlikte değişen saray teşkilatında Enderun eski önemini iyice kaybetmiş, opera sanatçıları saraya davet edilir olmuş, piyanolar, bando takımları sipariş edilmiştir. Sultan Abdülmecid, Dede Efendi’ye her zaman hürmet etse de Türk müziğiyle pek ilgilenmediğinden onu canından bezdirmiş ve Dede Efendi, Dellâlzâde İsmail Efendi ve Mutafzâde Ahmed Efendi ile hac vazifesini yerine getirmek üzere yola koyulmuştur. Bazı kaynaklara göre vazifesini tamamladıktan sonra, Mekke’de o yıllarda salgın olan koleraya yakalanan Dede Efendi, Kurban Bayramının birinci günü, 29 Kasım 1846’da Minâ’da talebesi Dellâlzâde İsmail Efendi’nin kolları arasında Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Doğum günü de bir Kurban Bayramı’na düştüğünden babası hamamcı Süleyman Ağa tarafından ona İsmail adı verilmiştir. Cenazesi Hz. Hatice validemizin ayakucundadır. Kendisine “Dede” denmesinin sebebi 1798’de Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Ali Nutki Dede’ye intisap ettikten sonra yirmi bir yaşındayken bin bir günlük “çile”ye girmesidir. III. Selim’in Dede’yi saraya çağırması üzerine, Ali Nutki Dede’nin izniyle, bin bir günlük çile süresini tamamlayamadan 1799 (20 Şevval 1213) tarihinde ”Dedeler” safına katılmıştır. Türk müziğinin en büyük isimlerinden biri olan Hammâmîzâde İsmâil Dede Efendi de müziği de tekkede yetişmiştir.
Cemil Meriç, “Kendi üzerinde düşünmekten vazgeçen bir toplumda kültür bir tortu, bir teferruattan ibarettir” der. Mûsikîmiz üzerinde düşünmeye başlarken, onun kaynağının nereden fışkırdığını da görmek mümkündür. Mevlevîliğin müziğimiz üzerindeki emeği, asırlar boyunca bu müziği ayakta tutmuştur. Mevlevîlerin en büyük amacı kâmil insan yetiştirmek olsa da insanlara güzel ahlâkın yanı sıra kültürel olarak da birçok faaliyetle destekleri olmuş, tekkeler birer okul görevi görmüştür. Her tekke, bulunduğu mekânın, semtin ve hatta mahallenin neredeyse tüm sanat yükünü yüklenmiştir. Maalesef tekkelerin kapanmasıyla birlikte müziğimiz olduğu yerde durmaktan çok, gerilemiştir. Zira bu müziğin kaydının tutanlar, meşkini edenler mecburi olarak toplumdan uzaklaştırılmış, yalnızlığa terk edilmiştir. Yalnızlığa terk edilen onların şahsiyetleri değil, asırlık müziğimiz ve edebiyatımız olmuştur. Dinlediğimiz metal homurtular bize şifa vermemektedir zira içi boştur, bunu anlamak için de müzik üzerinde ihtisas lâzım değildir. Mevlânâ Celâleddin-î Rûmî Hazretlerinin buyurduğu gibi “Tencerenin kapağı tıkırdamaya başlayınca içinde ne pişiyor anlarsınız.”
Ruh ve maneviyat insanı ayakta tutan yegâne unsurlardır. Bu unsurlar gücünü gözden, kulaktan alır. İnsan neyi görmek istiyorsa, neyi okumanın peşindeyse, neyi işitme sevdasındaysa ona benzer, onunla kavrulur ve olgunlaşır. Özellikle gençler arasındaki kültürel yıkımın kaynağında şu an dinlenilen pop müziği vardır. Oysa bizim asırlara ve kıtalara şifa sunmuş bir müziğimiz vardır. Manevi değerlerimize sahip çıkabilmemiz için müziğimizin aslî değerlerine dönmemiz gerekmektedir. Yahya Kemal’in o meşhur “Eski Mûsıkî” şiiri “Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden / ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” diye başlar. Şiirin sonu, mûsıkîmizin de sonunu anlatır: “Yüz elli yıl, sıra dağlar birer birer yücelir / ve âkıbet; Dede’nin anlı, şanlı devri gelir / bu mûsıkîyi o, son kudretiyle parlattı; / ölünce, ülkede bir muhteşem güneş battı.”
Maneviyat ve Müzik
-+=
764