Saatler, Zaman ve An

Jale Karakaya
3 dakika
-+=

Uzun zamandır ‘an’da takılıp kalmış, konuyu zihnimde çevirip duruyordum. Saatlerle ilgili bir sergi kâğıda dökmeme fırsat verdi. Öyle ya, mekân varsa zaman da var. Zaman denilince de insanoğlunun bir yerlere, bir şeylere yetişme telâşı saatin icâdına vesile olmuş. 

Bahsettiğim sergide, ilk robotu yapıp çalıştıran ve sibernetiğin ilk adımlarını atan, aynı zamanda Leonardo da Vinci’ye ilham kaynağı olduğu düşünülen Cezerî’nin ilginç saat tasarımlarını izleme fırsatı buldum. Namaz vakitlerinin tâyini çok önemli olduğundan, Müslüman bilim insanları oldukça parlak fikirler ve eserler üretmiş. Cezerî’nin ustaca tasarladığı bir fil saati, bardak saati, kayık saati derken sanatla, hesabı ve ustalığı nasıl bir araya getirdiğini gördüm. Sonrasında güneş saatleri, rub’u saatler, kum saatleri, dişli saatler derken, sona doğru; “Zamânın sâhibi Allah’tır” yazan işlemeli bir saat gördüm. İnsan zaman kavramı içinde kaybolup gitmesin diye bir hatırlatıcı olarak yazılmış olmalı.

Saatlere dâir bu alâkadan sonra, dâimâ kafamı kurcalayıp duran “Zaman” kavramı bir kez daha kapıyı çalıverdi. İşlerin akışı ve düzen için önemliydi önemli olmasına da “Bu kadar var olan zaman, aynı zamanda nasıl bu kadar yok olabiliyordu?” Öyle ya, kimi anlar dünyaya bedel, uzasın gitsin hiç bitmesin istersiniz; kimi anlar da var ki bitmesini beklersiniz de bir türlü bitmek bilmez… 

Bu anlar için “Beklemek ateşten şiddetlidir” denir ya. Bir hastanın iyileşmesi, beklediğiniz bir işinizin olması, sevdiğiniz birinin gelmesini beklemek ateşten de yakıcı olabiliyor. N. Fazıl’ın “Beklenen” şiiri geliyor aklıma:

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Beklemek bizi karamsar bir hâle sokabiliyorsa da ümîdi elden bırakmamak gerek. Öyle ya, her şey korku ve ümit arasında değil miydi? Tam da burada Hz. Mevlânâ yetişiverir ve der ki:

Her şey vaktini bekler. Ne gül vaktinden önce açar ne de güneş vaktinden önce doğar. Bekle; senin olan sana gelecektir.

Hayat biraz da beklemeyi bilme sanatı değil miydi?

Bitmesini istemediğimiz o anlar da var. Kalbi doldurup taşıran, gönlü coşturan anlar. Kimi zaman bir bakışta, kimi zaman bir seste, bir dokunuşta, kimi zaman ilâhî bir tecellide gizli. Sanki sadece an değil de zamanın bizzat o ‘an’dan ibaret olduğu ve zaman kavramını yok ettiği anlar…

İskender Pala, “İnsan ömründe mutlu olunan zamanlar günle ölçülmez, nefesle ölçülür. ‘Falanca gün çok mutluydum denmez; falanca vakit’ denir. O bir teşehhüt miktarıdır, çok az bir zamandır, bütün bir ömrü yaşamaya değer” der ve Şeyh Gâlip’in “Birdenbire bul aşkı, bu tuhfe bulanındır” dizesiyle, Aşk’ın bir nefeste bulunup, uğruna bir ömür harcamaya değer olduğunu hatırlatır.

Yakın zamanda denk geldiğim bir araştırmada, bir olay karşısında hissettiğimiz duyguların altı saniye sürdüğü hesaplanmış; yani olay bizi sadece altı saniye boyunca fiziksel anlamda etkiliyormuş; sonrasını ise biz devam ettiriyormuşuz. 

Peki gerçekten var mı bu zaman? Eğer varsa biz onun neresindeyiz? Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiiriyle tamamlayayım mı yazımı?

Ne içindeyim zamanın,
Ne de büsbütün dışında,
Yekpâre, geniş bir ânın,
Parçalanmaz akışında.

Yorum Yaz

Hizmetimizi geliştirmek için çerezleri kullanıyoruz. Ayrıntılı bilgi Tamam